Anadolu bir koca yayladır. Bu yaylanın rüzgârı da çoğu zaman sert eser, acı eser.
Edebiyatımızın özellikle gezi ve anı türünde verdiği değerli eserleriyle unutulmazları arasına karışan Falih Rıfkı Atay’ın ‘Yayla’ başlıklı denemesindeki şu cümlelerini hatırladım geçen akşam Kuzey Irak’tan gelen şehit haberleri verilirken:
“Yayla, Orta Anadolu dağlıklarının düzü demektir. Bu yayla üstünden bütün tarih geldi, geçti; destanlar suyunu içti, masallar koynunda büyüdü.
Tarih bu yayla üstünde, bir fırtına gibi görünür. Tarihten bu yayla üstünde, dinmez bir uğultu, bir de Türk göğsü kaldı.”
Fırtına, dinmez bir uğultu…
Durum aynı yazarın anlattığı gibiydi. İşte gene bir rüzgâr esiyordu coğrafyamızın üstünden; lakin çok acı esiyordu. Her yeri saran acılık öyle bir işliyordu kiiçimize, ağzımızda tat, gözümüzde fer, dizimizde derman bırakmıyordu.
Teröristler gene bir askeri üs bölgemize sızma girişiminde bulunmuşlar, çıkan çatışmada Mehmetlerimizden şehitler kervanına yeni katılanlar olmuştu. Koca yaylamızın üstünde, Anadolu’da, hür ufuklarımızda dalgalananaylı yıldızlı al bayrağımızın rengibu nedenle daha bir parlaktı. Bu nedenle hiç solmazdı. Asırlardır bu topraklarda hep böyle dalgalanmış, böyle dalgalanacaktı sonsuza kadar. Acı da olsa dalgalanmak için beklediği rüzgâr buydu. Allah devletimize, milletimize zeval vermesin!
Bu topraklar nice rüzgârlar görmüştür Canakkale’den, Yemen’den, Sarıkamış’tan, Kafkaslardan, Balkanlar’dan esip esip gelen.
Yaşadığımız her bir badireyi anmak bile boğazımızda sıkılmış bir yumruk hissi ile gözlerimizi nemlendirirken Falih Rıfkı Atay’ın“Tarih bu yayla üstünde, bir fırtına gibi görünür.” Cümlesi bu topraklardaki gerçeğimizi görüp anlamamızı sağlayan bir teselliye dönüşür.
Teselli, Anadolu yaylasını vatan yapmış milletimizin bu yayla ile kurduğu ilişki neticesi kazandığı mukavemeti canımızı acıtan her rüzgâr ile daha iyi görmemizi sağlayan şu harika anlatımıdır:
“Anadolu’da boş yayla, kuru yayla; geniş havalı, tükenmez güneşli yayla, dayanıklı sağ ve sağlam yetiştirir. Buğdayı dayanıklı, sağlam ve serttir. İnsanı da öyledir; yayla karakter yetiştirir.
Yayla adamı, toprağı gibi dışından sönük; içinden uyanık, içinden derin, içinden duyumludur. Yaylanın suyu kazılarak çıkar. Yayla insanını da kazmak gerekir. İnsan kendisinin derinliklerindedir. Yayla insanı, ruhunun diplerine kadar karıştırılmadıkça coşmaz. Yayla nasıl sessiz görünürse, insanı da durgun, vurdumduymaz görünür. Yayla havası gibi, yayla adamının, toplaya toplaya, biriktire biriktire, sindire sindire aldığı bir hız vardır ki, yayla fırtınası gibi birden boşanır; taş uçurur, çatı koparır, baca yıkar, kök söker.”
Evet, bir acı rüzgâr eser durur karlı dağların zirvelerinden, coğrafyamızın üzerinden.
Al bayraklar süsler meydanları, şehit evlerini…
Estikçe yeni ağıtlar katılır türküler kervanına.
Lakin anları hiç bitmeyecekmiş gibi mutlaklaştırmamak gerektiğini öğretmiştir anlar içinde anlar yaratan Rabbimiz.
Geçmez dediğimiz geçer, bitmez dediğimiz ne varsa bitip gider.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in şu mısralarına kulak verelim biraz karamsarlığa kapılır gibi olduğumuz zor zamanlarda:
“Kırılır da bir gün bütün dişliler
Döner şanlı şanlı çarkımız bizim
Gökten bir el yaşlı gözleri siler
Şenlenir evimiz barkımız bizim
Yokuşlar kaybolur çıkarız düze
Kavuşuruz sonu gelmez gündüze
Sapan taşlarının yanında füze
Başka âlemlerle farkımız bizim
Kurtulur dil, tarih, ahlak ve iman
Görürler nasılmış, neymiş kahraman
Yer ve gök su vermem dediği zaman
Her tarlayı sular arkımız bizim
Gideriz nur yolu izde gideriz
Taş bağırda, sular dizde gideriz
Bir gün akşam olur bizde gideriz
Kalır dudaklarda şarkımız bizim”
Selamların en güzeliyle…
H. Halim Kartal/ 15 Ocak 2024