Hiç ihtimal vermediğimiz, aklımıza bile getirmediğimiz öyle kan donduran olaylarla veya öyle garip durumlarla karşılaşırız ki ortalığa çöken ve ağırlığı özellikle ‘ateşin düştüğü yer’ diye tanımlanan mekânlarda pek bariz hissedilen havayı soluyanlardan arada bir hayret makamında bir söz dökülür ortama: “Sözün bittiği yerdeyiz!”
“Bu nasıl olur?” sorusunu istediğiniz kadar tekrarlayın, yüreğinizi ferahlatan dişe dokunur bir cevap bulamazsınız. Olan olmuştur ve artık ne söylense boştur; lakin dudaklar kıpırdamasa da yüreklerde ve beyinlerde başlayan çapraz soruların fırtınasına engel olmak mümkün değildir.
Öyle ya… Buraya nasıl ve ne şekilde gelinmiştir? Sorun her ne ise çözümü konusunda ciddi bir irade beyanı olmuş mudur? Söylenmesi gereken her şey gerçekten bittiği için mi gelinmiştir buralara? Söz biter mi? Söz itibardan düştüğü için mi hiç konuşmaması gerekenler mesela silahlar konuşur olmuştur? İnsanların söyleyecek sözleri veya söz dinleyecek kadar vakitleri kalmadığı için mi başka iletişim araçları bu kadar çok rağbet görmektedir?
Tabiat asla boşluk kabul etmez. Sözün bittiği yede doğaldır ki gücün sözü hükmünü icra etmiş, ediyor, edecektir.
Sözün bittiği yer/ler/de acıdan, gözyaşından ve zulümden başka bir şey gören var mı? Varsa beri gelsin. Bu nedenle söze itibarını yeniden kazandırmaktan başka çaremiz olmadığını düşünüyorum.
Her zaman uçarcasına gittiğim köyüme geçen akşam yüreğim kan ağlayarak gittim; çünkü önceki gece muhtarlık binası önündeki bahçede bir kişiyan tarafta oturup sohbet etmekte olan geçlerin üzerine kurşun yağdırmış, ikisi vefat etmiş, biri ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede hayata tutunma mücadelesi veriyordu. Vefat eden gençlerin evleri birbirine yakındı. Taziye için gelenler iki ev arasında gidip geliyorlardı. Uğradığım ilk evde acılı insanlar arasında önce muhtardan sonra sanayi esnafı olan bir akrabamdan duydum ‘Sözün bittiği yerdeyiz!’ cümlesini. Bunun dışında kimse konuşmuyordu. Arada bir olayı yeni duyup da telefonla arayanlara verilen cevaplarda olayın bir hiç yüzünden meydana geldiğini, şaşkınlık ve acı içinde olduklarını, böyle bir ölümü evlatlarının hak etmediğini, cenazelerin henüz getirilmediğini belirtiyorlardı.
Bütün köy, olayı duyan herkes benim gibi şaşkınlık ve üzüntü içindeydi. İncesu gibi bir yerde bu nasıl olurdu? Huzur adası gibi bir güzel köyün ismi nasıl böyle bir vahşetle anılırdı? Gerçekten de inanılır gibi değildi; lakin burası da hiç olmaz denilenlerin olduğu, akla gelmeyenin başa geldiği yalan dünyanın çok şirin de olsa içinde her türlü duyguları barındıran, yanlışlarıyla- doğrularıyla insanların yaşadığı bir köşesiydi nihayet. İnsan olan yerde her şey olurdu.
12 Eylül Cumartesi… Saat on… Musallada yan yana iki tabut. Köyümüz 1958’den bu yana aynı anda iki evladının cenaze namazı için ilk defa saf tutuyor. Bakıyorum: İlçemizden gelenler köy halkından daha fazla… Korona önlemleri çerçevesinde kullanılan maskeler yüzlerdeki üzüntüyü gizlemeye yetmiyor.
Mezarlar birbirine yakın iki yaka denebilecek yerlerde açılmış. İnsanlar karınca gibi iki mezar arasında gidip geliyor. İki kürek toprak birine atan, hemen iki kürek de ötekine atmaya çalışıyor. Bu yönüyle oldukça duygusal anlara şahit oluyordu insanlar; ölenlerin yakınlarına sabırlar diliyor, böylesi acıların yaşanmaması için dua ediyorlardı.
Bu duygular içinde M. İslamoğlu’nun yıllar önce okuduğum ‘Sözün Gücü Mü? Gücün Sözü Mü?’ adlı kitabının arka kapağında yer alan şu cümlesi geliyor aklıma:
“Müslümanlar söz medeniyetinin çocuklarıydı.”
Ah diyorum, öyle bir savruluşla savrulduk ki, ne söz kaldı ne medeniyet! Halimiz doğrusu ne kadar içler acısı!
Ardından bu içler acısı halimizin neden diyebileceğimiz bir tespit:
“Yüce kitap onlara “sözün tamamını dinleyip en güzeline uymayı” emretmişti. Sesini yükseltenler buyurgan ve mütehakkim olmak isteyenlerdir. Zorbalığa ve zora niyetlenenlerdir. Sözleri etkili olmadığı için, dahası sözün gücüne inanmadıkları için, var güçlerini seslerine vermişlerdir. Sözün açığını, hatta sözün yokluğunu sesle bastırmaya kalkmışlardır. Sesin gücüne inananların silahları, sözün gücüne inananları vurmuştur.”
Yüce kitap…
O, o kadar yüce ki anlamak ve hiç olmazsa bir ayetinin hükmünce hayatımızı tanzim etmeyi gücümüzü aşan bir şey gibi görüyoruz.
İşte şimdi okuyor hocalar ve biz sadece dinliyoruz, Rabbimizin ne dediğini anlamadan. Ardından da cümle geçmişlerimize bağışlayacağız.
Gerçekten de sözün bittiği yerdeyiz. Rabbim, akıbetimizi hayreylesin.
Selamların en güzeliyle…
H. Halim Kartal, 14 Eylül 2020