Bayram günleri geride kaldı artık. Bayramlaşmalarda genellikle yaşlılardan duyduğumuz geleneksel duayı bilirsiniz: Allah yılına zamanına gene eriştirsin! Bu duaya büyük bir coşkuyla “Amin” derdik tebessüm ederek.
Kurban Bayramı günleri Müslüman yüreklerin yarısı kutsal topraklarda olur. Bugünlerde İbrahim peygamber, Rabbinin emriyle kurban etmeye götürdüğü çok sevgili oğlu göz aydınlığı İsmail, Hacer ana, şeytan, kurban isimleriyle bütünleşen o malum kıssa anlatılır evlerde, camilerde, her yerde asırlardır anlatıldığı gibi. Televizyon ekranlarına da Kabe’den, Arafat’tan görüntüler taşınır haber bültenlerinde.
Bayram geçip gittiğine göre bunlardan ne diye söz ediyorum? İşte tam da bugünlerde okuduğum bir kitap vesilesiyle. Söz konusu kitap Mustafa İslamoğlu Hoca’nın “Hac Risalesi” adını taşıyor. Eser, Hoca’nın Hac ibadeti için kutsal topraklarda bulunduğu bir zamanda Mekke-i Mükerreme’de kaleme alınmış Nisan 1998’de.
Takdim kısmında rastladığım şu cümleler bende kitabı bir solukta okuma isteği uyandırdı doğrusu:
“Hac, Kur’an diliyle “Allah’ın sembollerinden” (min şe’airillah) oluşan bir ibadettir.
Herkes bilir ki, her sembolün sembolize ettiği bir hakikat vardır. Taşıdığı hakikatleri bir yana itip sembollere sarılmak, önce insanı öldürüp sonra cesedine sarılmaya bezer.”
Hocanın hakkı vardı. Allah insanları ‘Beytin Rabbi’ne” kulluk etmeye çağırıyordu; ama onlar Kabe’nin örtüsüne, taşına temas edebilmek için var güçlerini diğer insanları ezip geçme pahasına sarfediyorlardı. Bu da özden, esastan sapmaydı işte. Hoca her ibadeti insanın Allah’a yolladığı bir mektuba benzetiyor, şuursuz ve ruhsuz ibadetlerimizin içi boş mektuba döndüğünü söylüyordu.
İnsanların özünden uzaklaştırıp geleneğe dönüştürdükleri her ibadet gibi hac ibadetinin de ruhunu kaybettiğini, yazılışındaki asıl amacın haccın tekrar dirilişine katkıda bulunmak olduğunu dile getiren yazar her bir bölüde oradaki sembollerin neleri temsil ettiklerini Kur’an aydınlığıyla anlamlandırıyor, çekici bir üslupla anlatıyordu.
Kitabın bu yazıma temel oluşturan kısmı yazarın ‘Vakfeye Durmak’ başlığı altında söyledikleridir. Herkesin bir duruşu vardır elbette. Arafat’taki vakfe bağlamında inananların ‘duruş’larının ne olması, nasıl olması gerektiği konusunda ifade edilenlerden çok etkilendiğimi söylemeliyim.
“Vakfeye durmak, “duruş üzerinde durmak”, yani “duruş konusuna eğilmek” demeye gelir. Duruş, yani sizin fert olarak duruşunuz, nerede durduğunuz, neye karşı durduğunuz, neyin ve kimin yanında durduğunuz, nasıl durduğunuz, niçin durduğunuz?
Vakfe herkesin kendi duruşunu kontrol etmesidir. Önce bireysel ve şahsi duruşunu. Kişi kendisine karşı nerede duruyor? Yüreğinin yanında mı, hislerinin yanında mı? Aklının yanında mı, içgüdülerinin yanında mı? İmanının yanında mı, şeytanının yanında mı? Fıtratının yakınında mı, uzağında mı?
Dahası bir yerde duruyor mu gerçekten? Yoksa yüzer gezer cinsinden rotasını kaybetmiş, dümeni kırılmış, fırtınaya yakalanmış bir gemi gibi, oradan oraya savrulup alabora olmayı mı beklemektedir?
Bir yerde duruyorsa niçin orada duruyor? Durduğu yeri kendisi mi seçmiştir, yoksa birilerimi empoze etmiştir? Tesadüfen mi orada durmakta, bilinçli olarak mı? Yani durduğu yerin arifi midir?
Bir de kişinin toplumsal duruşu var: Eşine, dostuna, ailesine, toplumuna karşı nerede konuşlanmıştır? Siyasal ve sosyal olaylarda nerede, kimlere karşı kimlerin yanında durmaktadır?”
…
Durmak ve duruşumuzun yönü ve niteliğiyle ilgili daha birçok soru yer alıyor söz konusu bölümde, cevabını en iyi kedimizin bildiği…
Bu ‘duruş’ konusunun bu kadar nazik ayrıntıları olduğunu belki hiç düşünmedik. Oldukça ilgi çekici bulduğum için paylaşmak istedim.
Bireysel ve toplumsal problemlerimiz sayılıp dökülürken bunların asıl nedenlerinin fert fert duruşlarımızda saklı olduğu gerçeğini çok az akla getiririz nedense.
M. İslamoğlu Hocanın Hac Risalesi’ni Hac ve Umre ibadetini yapan ve yapmaya niyetlenen kardeşlerimin okumasını isterim.
Selamların en güzeliyle…
Hacı Halim Kartal