Hayatımıza başta anne-babalarımız, yakın akrabalarımız, arkadaşlarımız, dostlarımız, öğretmenlerimiz veya belki isimlerini dahi bilmediğimiz birçok insanın maddi- manevi dokunuşları olduğunu kabul ettiğimiz anda bizim de dokunabileceğimiz hayatlar olması gerekmez mi?
Ciddi bir farkındalığa ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum hayata dokunma konusunda. Her şeyi hazır bulan, her ne isteği olmuşsa başkalarının dokunuşlarıyla karşılanan ve bu nedenlerle üretmeden tüketen daha fenası zamanla herkesi her zaman her ihtiyacını karşılamaya memurlarmış gibi çarpık bir algının kollarına kendilerini bırakmış ‘ben hep ben’ kodlarında yaşayan bir nesil yetişti/r/dik.
En büyük yanlışlarımızdan biriydi bu; zira her şey işte gözlerimizin önündeydi!
Korana günleriyle birlikte sokağa çıkma kısıtlamalarının yürürlüğe konulduğu sıralardagrup olarak iletişim kurduğumuz arkadaşlardan biri her gün Kerim kitabımız Kur’an’dan bir cüz okuma önerisinde bulunmuştu. Otuz kişiden fazla olduğumuza göre her gün bir hatim yapmış olacaktık. Teklif grupta büyük bir heyecan dalgası oluşturmuştu. Her arkadaş başladığı cüzden her gün bir cüz okuyor, bazıları daha fazla okuyarak hatmini erkenden tamamladığı oluyordu.
Bir gün gruptaki arkadaşlardan daha çok görüştüğümüz birini arayarak hatimle ilgili bir düşüncemi grupta tartışmaya açmasını istedim. Düşüncemin esası şuydu: Evet, aralıksız her gün okuyalım; lakin bu okumalarımızın Rabbimizin buyruğu ve sorumluluklarımızın gereği olarak insana ve hayata dokunan bir tarafı olsun. Bir fon oluşturarak herkesin evine kapandığı şu sıkıntılı dönemde acil ihtiyacı olanların bir derdine merhem olsun okumalarımız. Bir değere, bir iyiliğe, bir güzelliğe dönüşsün…
Arkadaşımın aklına gelen ilk hayır fikri, acil ihtiyacı olan bir bölgede su kuyusu açtırmak oldu. Birkaç gün konuşuldu… Derken çok geçmeden Cumhurbaşkanı’mızın ön ayak olduğu “Biz Bize Yeteriz” kampanyası başlatıldı. Doğrusu tam zamanında devreye sokulan bu kampanya, organizasyonun büyüklüğü ve maksadın hâsıl olması yönünden daha güzeldi. Şimdilik küçük damlaların millet havuzunda toplanarak harcanması birçok yönden daha zaruri idi. Yeter ki insana ve hayata dokunulsun; birleşik bir gayretle şefkate, rahmetemerhamete vesile olacak yollar açılsındı.
Netice ne mi oldu? Gurubumuzda ortak bir karar çıkmadı hayata dokunma konusunda. Okumalarımızı kesintisiz her gün sürdürdük, bunun takibi için titizlendik; lakin aynı hassasiyeti ‘hayata dokunma’ anlamında, bireysel çabaları saymazsak, gösteremedik.
Korona kısıtlamalarının bunda etkisi büyüktü; zira zaten kimse kimseye dokunamıyordu. Fiziki mesafe diyeceklerken ‘sosyal mesafe’ demişlerdi… Bunun hülasası da ‘dışarıya çıkma, maskesiz dolaşma, kimseye yaklaşma, izolasyona dikkat et, dezenfektan kullan, dokunma!’ idi. Dokunan da yanardı, dokunulan da. Salgının zararlarından kurtulmak noktasında çok doğru olan bu uyarılar hayata dokunmaya engel teşkil edecek şeyler değildi; lakin bir şekilde içe kapanmanın, kaçmanın, bahaneleri oluyordu işte.
Dokunabildiğimiz, dokunabileceğimiz hiçbir şey kalmadı mı?
Gökhan Özcan’ın 1 Haziran günü Yeni Şafak’ta çıkan ‘Dalgaların Konuşamadığı İnsanlar’ başlıklı yazısında bu yanlış algıyla nasıl malul olduğumuzun açıklaması denenebilecek bir tahlil vardı güzel bulduğum:
“Hayata her gün yeni gerilimler ekleniyor ve bu daraltıyor insanların içlerini. Daraldıkça içleri, başka insanların varlığına, kimliğine, hissiyatına saygıları da azalıyor. Hayat hakkında çok şey biriktirmiş insanlar için bile bir ‘başka’sına belli bir yakınlıkla, anlayışla, empatiyle bakabilme imkanı azalıyor git gide. Açıklaması olmayan bir şey değil bu... Neredeyse birbirini hiç tanımayan, tanımaya hiç imkân bulamayan, buna ihtiyaç da hissetmeyen insanlarız artık biz. Herkese imajlar, kalıplar, ezberler üzerinden bakıyor, tabiatıyla birbirimizi göremiyoruz. Sekiz on farklı karakter şablonu yetiyor herkesin insanlığını ölçüp biçmeye.”
Yazarın ‘sekiz on karakter şablonu’ sözüyle anlatmak istediği olumsuzluğu ne çabuk içselleştirdik. Hazır Cuma, bayram mesajları mesela nasıl dokunabilir hayatlara?
Ara kardeşim, fiziki olarak, maddi olarak dokunamıyorsan hiç olmazsa sesinle nefesinle dokun hayatlara, eciş bücüş mesajlarla uğraşacağına!
Hayat, hatlara dokunabildiğimiz kadar anlamlı, gönüllere girebildiğimiz kadar zenginlik ve güzellik kazanıyor.
Nihayet, okuyup öğrendiklerimizin ta gönülden hayata ve insana uzanan, hayata ve insana dokunan bir tarafı olmalı. Olmaması durumunun anlamını, adını Yunus Emre, yedi yüz yıl önce şöyle koymuştu:
‘Çün okudun bilmezsin ha bir kuru emektir”
Selamların en güzeliyle…
H. Halim Kartal, 09 Haziran 2020