Ve okullar açıldı.
Yaz tatilinin ardından sekiz milyon öğrenci, bir milyondan fazla öğretmen okullarıyla buluşmanın heyecanı içinde. Hele çocukları ilk kez okula başlayan velilerin yürekleri de kıpır kıpır
Eğitim- öğretimin üç ayağından söz edilir: Öğrenci, öğretmen, veli. Başarının bu üç ayağın mümkün olan en iyi biçimde uyumuna bağlı olduğu her zaman ifade edilir; lakin bu gerçek sahaya pek fazla yansımaz. Doğru olduğunu bildiğimiz pek çok söz gibi kabul ettiğimizi belli eden hafif bir baş hareketiyle mukabele edip, gene bildiğimizi okumaya devam ederiz.
Nişanlarda, düğünlerde “Allah’ım bize göz ve gönül aydınlığı salih ve saliha evlatlar ver. Onlara uzun ömür, bol kazanç ihsan eyle!” diye dua ederiz. Rabbimiz rahmetinin tecellileri olarak şenlenir haneler günü gelince. En büyük zenginliğimiz, servetimiz, her şeyimiz onlardır. Her nimet gibi onlar da bize emanet olarak verilmiştir. Emanetler konusunda gözetmemiz gereken hassasiyetler bellidir.
Eğiti- öğretim faaliyeti içinde önemli ve öncelikli bulduğum bir ilke bilirim: “Çocukların ve gençlerin bilgiye değil, iyi örneğe ihtiyacı vardır.” Özellikle eğitimin üç ayağında sorumluluk bilincimizin sarsıntıya uğramaması gerektiğini düşünüyorum. Her konuda yeteri kadar bilgiye ulaşmak mümkün; lakin sahip olduğumuz bilgiyi bilince dönüştürüp oradan fert fert hayatımıza dokunur hale getirememişsek hiçbir anlamı olmayacaktır. Bunun Yunus’ça ifadesi “Çün okudun bilmezsin/ Ha bir kuru emektir” Anne- babalar, öğretmenler, her zaman toplumun önünde olan yönetici şahsiyetler çocuklar ve gençler için rol modellerdir.
Başarıya ve nihayet zafere giden yolda iyi örnekler kadar öğrenme, başarma merakını dipdiri tutacak yöntemler de geliştirmeliyiz. Açlık duygusunu hissetmeli ki midesini ve beynini doyurabilme arayışına girebilsin insanlar. Kimi anneler bilirim artık rahatça yemeğini yiyebilecek kadar büyüdüğüne bir türlü inanmadığı için midir yoksa kendine eziyeti bir şekilde ödev bellediğinden mi, çocuğu istemiyorum dedikçe o hala elinde kaşık ille de yedirme mücadelesi veriyor. Netice bu türlü yedirmelerin yiyene de yedirene de bir faydası olmuyor. Üstelik çocukların kendilerinin başaracaklarına inandıkları bir işte etraftakilerin müdahaleci tavırlarından hiçbir şekilde hoşlanmadıklarına dair yığınla tecrübemiz vardır.
Çocuklarımız ve gençlerimiz istedikleri her şeye neredeyse hiçbir çaba göstermeden ulaşacakları yolları kullanıyorlar. Birini dinlerken bilmediği bir kelime mi duydular soruveriyorlar öğretmenlerine veya anne- babalarına. Anında da karşılanıyor istekleri. Böyle yaparak onlardaki öğrenme merakını baştan öldürüveriyoruz. Onları aramaya, bulmaya yönlendirmeden; terleyecek kadar kendilerini yormalarına izin vermeden güya onların mutluluğu için attığımız bu kabil adımların onlar namına bir iyilikten çok kötülük olduğunu söylemek bugün sadece malumun ilamından ibaret. Yani ne yapıyorsak neticelerini az çok bilerek yaptığımızı söylüyorum.
2019- 2020 eğitim- öğretim yılında tüm öğrencilerimize, fedakar öğretmenlerimize başarılar dilerken başarıya giden yolda bilgi açlığının ve azmin önemini düşündürme adına Feridettin Atatuğ’un ‘Yine Geleceğim’ adlı hikâyesinden bir bölümüyle sizleri baş başa bırakmak istiyorum:
“Vitrin camını kaplayan buz tabakası, hohladığı nefesi ise minik sellere dönüştü. Kayan su damlacıkları, cam tabakası üzerinde yarışıyorlardı.
Şimdi, çoğunlukla esen rüzgârın ardından beliren durgunluğa benzeyen bir şey oldu. Puslu vitrin camı billurlaştı ve her şey olduğu gibi meydana çıktı.
—Tamam, yerinde duruyor, diye mırıldandı.
Sağ elini hızlı hızlı çarpan minik yüreğinin üzerine koymuştu. ‘Acaba’ların uğuldadığı bir fırtınaya tutulmuş gibiydi. Dudakları, akordu bozuk bir piyanonun tuşları gibi ses çıkartıyordu.
—Acaba alabilecek miyim?
—Acaba alabilecek miyim?
Acaba, acaba?
Ve devam eden bir sürü acabalar onu dükkânın içine itiverdi.
Dükkânın içi sıcaktı. Tıpkı annesinin yüzünü öpen sıcak dudaklarına benziyordu. Isıtıcı ve güven verici.
—Ben, diye kekeledi.
Tezgâhtar, ondan önce konuştu.
—Haydi, başka kapıya, Allah versin!
Konuşamadığı kelimeler yumağı, adeta nefesini kesiyordu. Boğuluyordu sanki.
Kovmak istediği küçük insanın olduğu yerde mıhlandığını gören tezgâhtar bu sefer bağırdı:
—Sana söylüyorum, çık git.
Bu defa elleri konuştu. Kırışık birkaç kâğıt parayı uzatmak için onları kullandı. Sonra da:
—Şuracıktaki kitabı istiyorum, diyebildi zorla.
Tezgâhtar, tuşa gelmiş mağrur bir güreşçi gibiydi. Çok utanmıştı. Bugünün midesinden önce kafası acıkan ilk müşterisiyle karşı karşıyaydı.
Uzatılan parayı, ak saçlı dükkân sahibi aldı. Paralar kırışıktı ve ter kokuyordu. Dükkân sahibi, bereketine yüzde yüz inandığı paraları özenle kasaya koyarken o da günlerdir özlemini çektiği kitabına kavuşuyordu. Sevinç çığlıkları atmamak için kendini zor tutuyordu.
Kucakladığı kitabı ile dükkânın kitap dolu raflarına, ak saçlı dükkân sahibine ve aceleci tezgâhtara ‘ Yine geleceğim’ dedi. Sonra da açtığı dükkânın kapısından uçarak çıktı, gitti.
Açılan kapıdan soğuk bir rüzgâr girdi içeri. Rüzgârla birlikte, açılan kitap sayfaları da yeni bir dost bulmanın sevinciyle, günün ilk müşterisine alkış tutuyorlardı.”
Selamların en güzeliyle…
H. Halim Kartal 16 Eylül 19