Saya Gezme geleneği, Şaman ve diğer Türk inançlarından kalan, Orta Asya?dan başlayıp günümüze kadar süre gelen ve genellikle de Şubat ayının ikinci haftasında yapılan, köyde ilk kuzunun doğduğunu ve baharın gelmekte olduğunu müjdeleyen, bu olayın sevincini yaşamak ve paylaşmak, ayrıca yılın bereketli geçmesini dilemek için hazırlanan ve uygulanan bir gelenekti.
Saya Gezme, yurdumuzun birçok yöresinde, bazı farklılıklara sahip olmakla birlikte, üç aşağı beş yukarı aynı amaç ve benzer gösterilerle kutlanırdı. Seydişehir yöremizde de yakın zamana kadar uygulanmakta olan saya gezme geleneği, ne yazık ki diğer birçok gelenekler gibi, ?çağa ayak uydurma? kaygılarından kaynaklanan nedenlerden ötürü yok olmuş, tarihin karanlık sayfaları içindeki yerini almıştır.
Saya gezme, 1970?li yılların ortalarına kadar uygulanan bir gelenekti.
Yöremiz insanının büyük çoğunluğu, yakın zamana kadar, geçimlerini küçükbaş hayvancılık ile sağlarlardı. O tarihlerde ?davarda? (koyun ve keçi sürüsü) bulunan erkek hayvanlar ayıklanır, seçilmiş birkaç tane koç ve teke, sürüden ayrı olarak bir ay süreyle beslenirlerdi. Bu duruma ?koç ayrımı? denilirdi. Koç ayırımı işlemi genellikle eylül ayının başlarında yapılırdı. Ekim ayının başlarında ise ayrılan koçlar tekrar sürüye katılırdı. Buna da ?koç katımı? denilirdi. Koç katımından önce koç, tüyleri rengârenk bir şeklide boyanır, boynuzlarına boncuklar ve renkli bezler bağlanarak, güzel bir şekilde süslenir ve ondan sonra sürüye katılırdı. Koç katımının yapıldığı ilk günden itibaren, sürüye yeni katılacak oğlak ve kuzuları bekleme dönemi başlardı.
Bir koyunun gebelik süresi 145 ila 150 gün kadar sürer. Bu da, koyunların şubat ayının ikinci yarısında ?kuzulamaya? başlayacaklarını göstermektedir. ?Saya Gezme? merasimlerinin şubat ayında yapılması da bu olay sebebiyledir.
Köyde, ilk kuzunun doğduğu haberi alınınca, o günün akşamında, köyün gençleri, önceden tespit ettikleri bir evde toplanarak, sabaha kadar sürecek olan eğlencelerin hazırlıklarını yaparlardı. Grupta, kimin hangi görevi üstleneceği ile ilgili görev dağılımı da belli bir sistem içinde yapılırdı. Saya gezme anındaki tekerlemeyi söylemek üzere; ?saya sayıcısı?, saya gezilirken çeşitli oyunları oynamak ve gösterileri sunmak üzere ?dedeler?, yine bu törenler boyunca toplanılacak yiyeceklerin konulacağı heybeyi taşımak üzere ?heybeci, erzakçı?, bu toplantıda seçilir ve dedelerin üzerlerine giydirilecek olan kostüm ve kol, bacak ve gövdelerine bağlayacakları ?çanlar? bu günde temin edilirdi. ?Saya Grubu? köyde bulunan bütün evlerin önüne sırasıyla gelir ve ?saya sayıcısı?;
Saya saya sallı beğim,
Dört ayağı nallı beğim
Saya gezdim duydunuz mu?
Selam verdim aldınız mı?
Geçiniz ekiz guzulasın,
Dördü sekiz guzulasın.
Hey değecikler değecikler (tekecikler)!
Ballım yağlım değecikler!
Bal olmazsa yağ olsun,
Gelin yengem sağ olsun
şeklindeki tekerlemeyi bağırarak ve çabuk bir şekilde söylerdi. Hemen arkasından da gösteriye katılanlar hep bir ağızdan; ?huuuu diyelim, huuuu!? diye kuvvetli bir şekilde bağırır ve ?dedeler? de sallanarak üzerlerindeki çanların müthiş bir uğultu ile ?çalınmasını? sağlarlardı.
Bu tekerleme ve çan sesleri duyulduğundan itibaren saya gezmenin başladığı anlaşılırdı.
Saya grubu, köydeki her evin önüne gelir, saya gezme süresi boyunca bir taraftan, önceden hazırlanan oyunları oynar, diğer taraftan da ?heybeci? heybeyi uzatarak, herkesin gönlünden koptuğu kadarıyla verdikleri; bulgur, yağ, yoğurt, yumurta, bal ve benzeri yiyecekler toplar ve bir sonraki evin önüne doğru yol alırdı. Bu şekilde, sabaha kadar dolaşır, uğramadığı, önünde gösteri yapmadığı bir tek bile ev bırakmazdı. Bu gösteriler için gençler; aralarından iki genci seçer, onları ?dede? dedikleri bir şekle sokarlardı.
Dedeler; kıldan örülmüş, yırtık bir ?pontur? (pantolon), üzerlerine pazen kumaştan yapılmış ?işlik? (gömlek), ayaklarına yün çoraplar, çorabın üzerine çarıklar, başlarına da rengârenk sarıklar ?giyerek? (giyinerek) ilginç görüntüler sergilerlerdi. Kollarına, bacaklarına, bellerine ve boyunlarına onlarca, ?ince?, ?hatap? ?göpçüklü? ve ?gildirek? diye adlandırılan küçüklü büyüklü ?çan?ları bağlarlar ve gövdelerini sallayarak ve karların üzerinde yuvarlanarak tarifi imkânsız uğultular oluştururlar ve izleyicilerin seyrine sunarlardı.
O saatlerde evinde tek başına oturan kimse kalmaz, çoru çocuğu, kızı ?kızanı?(genç erkek), yaşlısı genci, erkeği kadını, evlisi bekârı, sokaklara dökülür, sahnelenen bu oyunları hayranlıkla ve zevkle izlerler, bazen de kendileri de bizzat oyunlara iştirak ederlerdi. Bu gösteriler sabahlara kadar devam ederdi.
Sabah olunca, kuşluk vaktinde, daha önceden tespit ettikleri bir eve, topladıkları gıdaları bırakırlar ve o evin kadınları ile birlikte köyün diğer kadınları bir araya gelerek toplanan yiyecekleri öğle yemeği olarak hazırlarlar ve bir gece önceki gösterilerin kahramanları olan gençlere ve köyün diğer sakinlerine güzel bir ziyafet çekerlerdi.
Bundan sonraki günler köyde bulunan 15 yaş altı erkek çocukların, dağa ?güdülmeye? götürülen davar sürülerinin peşinde; çoban ile birlikte, akşamlara kadar dolaştıkları günlerdir. Bu çocuklar, çobanın yanı başından bir an olsun ayrılmazlar ve doğacak olan oğlak veya kuzuyu köye, sahibine götürmek üzere beklerlerdi. Çünkü yeni doğan kuzu sürüyle birlikte ?yayılıp? dağlarda dolaşamaz ve akşama kadar da ?çobana yük? olurlardı. Ayrıca, yeni doğan her kuzu ve oğlak birer adet yumurta demekti.
Bu yüzden, yeni doğan kuzu ve oğlak; annesinin yalayarak temizlemesi, emzirmesi ve kurutmasından sonra köye götürülmeleri gerekirdi. Kuzu ve oğlağın sahipleri de, onlara müjde olarak yumurta verirlerdi. Bir tek yumurta kazanabilmek için, akşamlara kadar sürü ile dolaşılıp o gün hiçbir doğum gerçekleşmeden köye geldikleri de hesapta olan bir durumdu. Bir tek kuzu getirip, sahibine teslim edip buz kesilmiş ellerimi ovuştura ovuştura kapının önünde yumurta beklediğim günleri ve ?bu gün kaç yumurta topladığını merak ettiğim arkadaşlara ?yumurta hâsılatlarını? öğrenmek için damdan dama sorduğum o anıları hiç unutmuyorum.
Yeri gelmişken çocukluk anılarımın en derin hatıralarından birisini burada anlatmadan geçemeyeceğim.
1970?li yıllarda köyde mevcut 60 hanenin hepsinde 50?şer adetten az olmamak üzere koyun ve keçi bulunurdu. Her 10 adedine bir gün ?keşik? gidilirdi. Yani 10 adet davarı olan birisi, mahallenin bütün davarını bir gün süre ile dağda yayıltmak mecburiyetindeydi.
Bir gün davar köye gelmişti. Babam, keçinin bir tanesinin doğum yapmış olduğunu söyledi. Ama keçi yalnız gelmişti köye. Oğlak ortalarda yoktu. O gün ?davar keşiğine? giden çobana durum anlatıldı. O da, ?keçinin filanca mevkide, davarın arkasından yetiştiğini, uzaktan gördüğünü? söyledi. Olayın gerçekleştiği yer köye 3?4 kilometreden az bir mesafede değildi. Keçiyi sürüden ayırıp, davarın geldiği mevkie doğru ?sürdük?. Keçi önümde ben arkasında yola koyulduk. Gittiğimiz yol patika bir yoldu. Yolun yarısına geldiğimizde, yoldan saparak ormanlık arazinin içerisine doğru yöneldi. Bu mevki Ulu Güney denilen mevkiydi. Arazi ormanlık ve taşlık bir araziydi. Yoldan ayrıldıktan itibaren neredeyse iki kilometrelik bir mesafeyi kat ettik. Keçi, yol boyunca hiç melemedi. Ama doğum yaptığı yere doğru yaklaşınca aralıksız olarak; sanki yavrusuna ?ben geliyorum yavrum? dercesine melemeye başladı. En sonunda doğum yaptığı yere geldi ve iki taşın arasına gizlemiş olduğu oğlağının tepesine dikildi ve başladı yavrusunu yalamaya. Ben o anda, o çocukluk halimde sevinç gözyaşları dökmeye başlamıştım. Aradan geçen 35?40 yıl sonra, yani şu anda bile aklıma geldiğinde tüylerimi diken diken eden bu olayı yaşadım.
Son zamanlarda, yavrusunu hunharca öldüren, boğazını kesen, çöp tenekesine atan, üzerinde sigara söndüren, dövmekten mütevellit kulağını patlatan annelere o keçinin vicdanını, o keçinin annelik duyusunu, o keçinin yavru sevgisini, ibretlik bir vesika olarak sunmak istedim.
Saya gezme geleneğinden, böyle de bir örnek çıktı karşımıza.
Yüreğimizdeki sevgi tohumları, hep yeşil kalsın.
Tayyar YILDIRIM