Salih?in köyünde doğup büyüyenler, yaşam şekillerinin ?kader? olduğunu düşünürlerdi hep. Düşünmek ne kelime, belki de düşünemezlerdi bile. Bu gayet doğal bir şeydi onlar için. Üzerinde kafa yorulası bir hadise değildi ki. ?Allah onları bu köyde yaratmış, rızklarını buradan çıkarmaları için tembihlemiş ve kaderlerine razı olmalarını emretmişti? o kadar.
Evlenecekler, boy boy çocukları olacak... Sonra boyu ilk sivrilenin eline bir çomak, sırtına da bir kepenek verecekler, o da önüne kattığı sürüyü dağlarda yayıltıp gelecek, akşam olunca da önüne konulan bulgur pilavı ve ayrana talim edecek. Babaları ve anaları da çocuklarıyla gurur duyacak ve onların marifetlerini saya saya bitiremeyecekler. ?Hayat bundan ibarettir? Salih ve köylüleri için. Bu durumun suçluları zinhar onlar da değiller. O zamanın şartları ve ?ülke yönetimi? anlayışlarından kaynaklanan sonuçlardır bunlar.
Memur nasıl olunur, öğretmen, polis, ormancı, kaymakam, zabıta memuru, tapucu, hükümet doktoru, avukat; onlar için hep ulaşılması imkânsız, önlerinde ceketlerin ilikleneceği insanlardır sürekli olarak saygı gösterilecek insanlardır. Kendileri de bu saygıyı onlardan esirgemeyeceklerdir.
Onlar takım elbiselerini giyinip, kravatlarını takıp köye gelecekler, köylüler de onları önce kasketleriyle selamlayıp, sonra da evlerinin en güzel köşelerini, en güzel sedirlerini açacak, en güzel yemeklerini onlara ikram edecek, ellerine ayaklarına su döküp karşılarında el pençe divan duracaklardır. Köylüler ellerinden geleni yapacaklar, hürmette hiç kusur etmeyecekler, saygının en derinini gösterecekler ama devlet dairelerine bir yolları düşünce de; dertlerini anlatabilmek için onlara ulaşmak; kralların, sultanların karşısına çıkmaktan daha zor olacak. Saatlerce kapılarının önlerinde bekleyecek, gerekirse o gün köylerine gidip, yarın tekrar gelecekler. ?Bugün git yarın gel? tekerlemesini de bunlar icat etmişlerdi büyük ihtimalle?
Anaları onları memur olarak doğurmuştu zaten. Kader; kimine ormancı, kimine kaymakam, kimine asker, kimine öğretmen, kimine de doktor olacaksın demiş de onlar da öyle oluvermişlerdi işte. Alnının ortasına; ?çoban olacak? diye yazılanlar da sırf bu işi yapacaklardı.
Hem bu görevleri bir onlar yapabilirlerdi. Onlar bu görevlerin erbapları olmuşlardı. Bir başkasının buralara gelebilmesi, kendi oturdukları makamlarda oturması, hem imkânsız, hem de bu makamlar öyle sıradan insanların oturuverecekleri makamlar değildi. Allah onları bu makamlar için yaratmıştı. Herkes layık olduğu yerdeydi. Kimileri dağda davar güdecek, kasapların reyonlarını etle dolduracak, kimileri de oralarda sergilenen bin bir çeşit ürünü sofralarına koyup, afiyetle tüketeceklerdi.
Devletin bir masasını kapabilmek, oralara oturabilmek için sivil hayatta atmadığı takla bırakmayan insanlar, her ne hikmetse, oraya oturduktan sonra gözleri kimseyi görmemekte, bakışları sürekli olarak tepelerden aşağılara doğru süzülmekte, ?dünyayı ben yarattım? havasına girmektedirler. Bu saatten sonra onu oturduğu yerden çekip almanın, tekrar geldiği yere göndermenin imkânsız bir şey olduğunun o da farkındadır artık. Yıllardır çözülemeyen sorunlarımızın en büyük sorumlularının bu anlayış olduğu gün gibi ortada iken, bu anlayışın, bu psikolojik durumun değiştirilemiyor olması da ayrı bir sorun olarak karşımızda durmaya devam etmektedir.
Hâlbuki ülkemizin; kimsenin kimseye yük olmadığı, kimsenin kimseye üstünlük taslamadığı, kimsenin kimseye saygısızlık etmediği günlere; kimsenin kimseye babasının kesesinden hizmet götürmediğini bilen insanlara ihtiyacı vardır. Bulunduğun mevkinin sahibi millettir. O mevkilere gelenlerin vazifesi sadece millete hizmet etmektir. O mevkiler, birilerinin ihtiraslarını tatmin etmek için ihdas edilmedi. O mevkiler hiçbir kimseye babasından miras olarak da intikal etmedi
Anayasamıza göre devlet; "Türk Milleti?nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak"la görevlidir.
Bunu sağlayacak olanlar da devletin her kademesinde görev yapan görevlileridir.
***
Almanya?nın Türk işçilerine rağbet ettiği 1960?lı yıllarda köyümüzden Osman Amca, 30 yaşlarında genç ve fakir bir adam olarak, hamallık yaptığı İzmir?den Almanya?ya gitmek için müracaat etmiş ve bu müracaatı kabul edilerek Almanya?ya çağrılmıştı. O da gözünü kapatıp geride sevdiklerini de bırakarak çekip gitmişti. O yıllar, gerçekten de Şener Şen'in ?Banker Bilo?, İlyas Salman?ın ?Sarı Mercsedes?li filmlerine konu olan ?Almanya Acı Vatan? günleriydi. Almanya Acı Vatan'dı ama Almanya'dan memlekete izinli gelenlerin fiyakalarının hüküm sürdüğü, köydeki bütün insanların onlara imrendiği yıllardı aynı zamanda,,,
Osman Amca'da Almanya'da birkaç yıl çalıştıktan sonra köye izinli olarak geri dönmüştü. Köylüler ?tiril tiril? kısa kollu gömlek, ?jilet gibi? ütülü pantolon giyinmeyi ondan öğrenmişlerdi. Salih?in Köyünde fötr şapka ile dolaşan ilk insandı Osman Amca?
Rengârenk ambalajlara sahip ?yabancı sigaralar?, tükenince atılan ?tek dolumluk çakmaklar?, üstten basmalı ?fırdöndülü sigara tablaları?, elde taşınan ?çenteli radyolar? hep onunla girmişti köye.
Köyde yaşayan insanlar ocaklarında yanan meşe közlerini odunlarını tutuşturmak için birbirlerinden ödünç ateş alırken, Osman Amca gazı biten çakmakları, ardına bile dönüp bakmadan bir fiske ile sokağa fırlatıveriyordu. Olası, inanılası bir şey değildi bu. Almanya?nın bu zenginliğe nasıl ulaştığını merak edip soran köylülere Osman Amca şu hikâyeyi anlatıyordu hep.
?Hasan da benim gibi Almanya?ya ilk giden Türklerden biriymiş. Önce maden ocaklarında başlamış çalışmaya. İşinden bekâr evine, bekâr evinden işine gidip geliyormuş. Aradan aylar geçmiş ve bir Alman kızına âşık olmuş. Bulduğu ilk fırsatta evlenme teklif etmiş ona. Ama kız kabul etmemiş bu teklifi önce. Bir müddet sonra uzaktan uzağa takip ettiği Hasan?ı o da sevmeye başlamış. Daha fazla direnememiş ve teklifini kabul etmek zorunda kalmış. Kabul etmesine etmiş ama önemli bir de şart koşmuş Helga.
??Tamam, seninle evlenmeyi kabul ediyorum. Ama bir şartım var? demiş.
Hasan merak içinde sormuş.
??Şartın nedir??
? ?Sekiz saatlik çalışma zamanımla birlikte, günün 23 saatini evimize harcayacağım. Fakat geri kalan bir saati kendime ayıracak, o zamanı özgürce kullanacağım. Bu bir saatin hesabını istemeyeceksin benden.?
Hasan önce şaşırmış, kabul etmeyecek gibi olmuş. Çünkü serde Türklük vardır. ?Kadınının izinsiz olarak bir saat nerede olduğunu sormamak, merak etmemek, yakışır mı bir Türk erkeğine?? diye düşünmüş. Düşünmüş ama kısa sürede kendini toparlamış. Çünkü çok sevmekteymiş Helga?yı. Onu kaybetmekten korkuyormuş.
? ?Tamam, şartını kabul ediyorum. Senin o bir saat içinde nerede olduğunun hesabını sormayacağım? demiş.
Daha sonraki günlerde Helga ve Hasan evlenmişler.
Helga daha işe başladığı ilk günden itibaren şartını uygulamaya başlamış.
Bu arada Hasan?da Helga?nın çalıştığı fabrikanın yakınında, bir başka fabrikada işe başlamış.
Mesai biter bitmez doğrudan evine gelmiş. Aynı saatlerde Helga?nın da gelmesi gerekiyormuş ama henüz ortalıklarda görünmüyormuş.
Hasan merak içindeymiş... ?İçindeki kurtlar? yiyip bitirmekteymiş beynini. Aradan bir saatten fazla zaman geçmiş ve Helga da gelmiş eve. Selamlaşıp girmişler içeriye. Hasan cesaret edip soramamış. Çünkü ta başında söz vermiştir sormayacağına. Bir gün böyle, üç gün böyle, aylar geçtiği halde değişen bir şey yokmuş. Hasan?ın aklına bir fikir gelmiş.
?Takip etmeliyim Helga?yı? diye düşünmüş.
Ertesi gün izin alıp biraz erken çıkmış işyerinden. Doğru Helga?nın çalıştığı fabrikaya gitmiş. İşçilerin çıkış saatini beklemeye başlamış. Fabrikanın iş bitim zili çalmış ve işçiler de çıkmaya başlamışlar. Biraz sonra Helga da görünmüş kalabalığın içinden. Hasan görünmemek için karşı binanın arkasında bekliyormuş. Çalıştığı fabrikanın çevresinde daha onlarca fabrika varmış. Helga fabrikadan çıkar çıkmaz yakındaki bir başka fabrikanın kapısından içeriye girmiş. Hasan buna bir anlam verememekteymiş. Bir gün böyle iki gün böyle sürekli takip ediyormuş. Ama değişen bir şey de olmuyormuş. Sabrı da taşmak üzereymiş artık. Fakat bir hata yapıp onu küstürmekten de korkuyormuş. Yine takipten döndüğü bir günde Helga?yı beklemeye başlamış. Helga her zaman geldiği saatte gelmiş eve. Hasan kapıyı açmış ve bütün cesaretini toplayıp,
??Seni epey zamandır takip ediyorum Helga! Fabrikadan çıkıp başka bir fabrikaya gidiyorsun. Orada bir saat kalıp sonra eve geliyorsun. Bunun sebebini bana anlatman lazım? deyivermiş.
Helga bu duruma çok bozulmuş. Zira aralarında bir sözleşme yapıp bu bir saatin hesabının sorulmamasını garanti etmişlerdi. Ama şimdi sözleşme tek taraflı olarak bozulmuştur. ?Söz?, bir Alman için çok önemli bir şeydir. Bundan taviz vermek de mümkün değildir.
??Seninle bir sözleşme yapmıştık. Bu bir saatin hesabını benden sormayacaktın. Ama şunu da itiraf etmeliyim ki; siz Türkler için aile kurumunun ne kadar önemli olduğunu seninle evli kaldığım süre içinde öğrenmiş bulunmaktayım İşte bu nedenle sana durumumu anlatmayı ve bu bir saatin hesabını vermeyi uygun buluyorum. Biliyorsun, Ülkemiz henüz 15 yıl önce çıktı savaştan. Milyonlarca insanımız öldü. Tesislerimizin tamamı harap oldu. Halkımız çok ızdırap çekti. Biz Almanlar çok gururlu bir milletiz. Kimsenin esareti altında yaşamayı da kabul etmeyiz. Özgürlüğümüze çok düşkünüz. Bunu sağlamanın tek yolu da ekonomik olarak güçlenmemize bağlıdır. Ekonomimizin güçlenmesi ise hem çok çalışmak, hem de hilesiz çalışmakla, hak ve adalete azami derecede riayet etmekle mümkündür. Ona buna hava atarak gün geçirenlere, çalışanın alın terinden kestiklerini kendi kesesine indirip ?Karun Hazinelerinin sahibi? gibi davrananlara, haklarını yedirmek yoktur bizim kanunlarımızda ve karakterimizde. Anlıyor musun beni Hasan?
??Evet, anlıyorum ama anlattıkların ile konumuzun ne alakası var şimdi?? diye çıkıştı.
??Bizler yıllardır, sekiz saat kendimize, bir saat de devletimize çalışırız. Ben seninle olmadığım bir saati devletim adına çalışarak, Almanya?nın geleceğine katkıda bulunuyorum. Devletimiz ancak bu şartlarla eski gücüne kavuşabilir. Şimdi anladın mı beni?? demiş.
Hasan çok mahcup olmuş. Kafasını yere eğip Helga?yı dinlemekteymiş. Çünkü bu ana kadar hakkında o kadar kötü şeyler düşünmüş ki utancından başını kaldırıp yüzüne dahi bakacak hali yokmuş. Onu çok seviyor ve bir o kadar da sayıyormuş. Şimdi ise bu gerçek karşısında gözünde bir kat daha büyümüş. Oturduğu yerden yavaşça kalkıp sevgiyle kucaklamış onu.
Hasan, anlık bir zaman diliminde, 1960?lardan 2009?lara doğru bir hayal yolculuğu yapmış ve derin düşüncelere dalmış.
?Bir çelişki mi yaşıyorum, yoksa Almanların izledikleri yol doğru bir yol mudur? Çünkü kendi ülkemin insanları bu tür hikâyeler karşısında, savunma reflekslerini kullanarak hemen karşı hücuma geçiyorlar.
?Bana da o imkânları sağlasınlar, ben de çalışayım. Onlar bir aylık kazançları ile benim ülkeme gelip bir ay tatil yapıp gidiyorlar. Daha ben yanı başımızdaki tatil yörelerimizden bihaberim? şeklindeki bahanelere sığınıyorlar.
Hâlbuki Almanların, önce çalışıp, daha sonra mı bu imkânlara sahip olduklarını, yoksa bu imkânların ?gökten zembille mi indiğini? ya da şu anda bile kendi ülkeleri adına nasıl bir özveri içinde çalıştıklarını göz ardı ediyorlar.
Almanya?da asgari ücret ile idare eden beş kişilik bir ailede yedi adet cep telefonu bulunmasının imkânsız bir şey olduğunu hiç düşünmüyorlar. Hem geliri asgari ücret olan, hem de en son sürüm cep telefonu kullanmaktan çekinmeyip, bu durumu etrafına ?hava atma? aracı sayan bir başka millet var mıdır dünyada?? merak içindeyim. ?Emeklemeden yürünemeyeceğini?, ?emeksiz yemeğin olamayacağını?, beynimizin bir kenarına kaydetmedikten sonra, çalışanın hakkını teslim etmedikten, ?Rabbena, hep bana? anlayışından ve ?keserin ağzını sürekli olarak kendimize doğru yontma? alışkanlıklarından vazgeçmediğimiz sürece biz bu paradoksların içinde öyle bir dolaşırız ki, bizi kimse çözemez? diye düşünmüş.
Helga ile yaşadığı bu olay vesilesiyle; ?bir milletin yeniden şaha kalkışının nasıl sağlanacağının? da ipuçlarını yakalamış, iyi bir ders almış.
Osman Amca bu hikâyeyi anlatıp, ?tek dolumluk çakmakları?, gazı bitince çöpe atma aşamasına nasıl gelinebileceğinin ipuçlarını da verdikten sonra; ?darısı, Ülkemiz ve Milletimizin başına?? diyerek derin bir ah çekip, elindeki sigarasını ?fırdöndülü kül tablasına? basarak bütün dikkatleri yeniden Alman teknolojisinin dayanılmaz cazibesine doğru yönlendiriverirdi.
O yıllarda henüz 7?8 yaşlarında olan oğlu İsmail'e aldığı üç tekerlekli bisiklet, köyde bulunan diğer çocukların yüz yıllar geçse de ulaşamayacağı, uzanamayacağı araçlardandı. Almanyalı Osman Amca?nın oğlu bisikletle köyün harmanlarında zevki sefa ederken, köyün diğer çocukları bisikletin arkasında ona eşlik eder, ?bisiklete bir kez olsun bindirmesi? için yalvarışlarına şahit olunurdu
O yıllar, Salih?in de dünyaya aklının yeni yeni erdiği yıllardı. Osman Amca ve köyün öğretmeni ve şehirden gelen birkaç misafir de dâhil olmak üzere köyün yukarı kısımlarına kaynak sularının çıktığı yerlere, Salih?in babası öküz çiftleriyle tarlada karasabanla çift sürerken, Salih de sabahın akşamına öküz çiftinin önünde kılavuzluk edip ?dön baba dönelim? yaparken, onların; ellerindeki ?çenteli radyodan?; ?yârim İstanbul'u mesken mi tuttun?? türküleri söyleye söyleye pikniğe gidişleri, imrenilecek ah çekilecek hadiselerdendi
Ulaşımın çevre köylere yaya olarak sağlandığı 1974 yılında; Almanyalı Osman Amca 125 bin lira vererek; sıfır kilometre, son model bir Alman Ford minibüs satın almıştı.
Salih'in Devlet Parasız Yatılı olarak okuduğu okulundan izinli bulunduğu ve izninin bitip yine yalnız ve yaya olarak nahiyeye gideceği bir gecede minibüs bir Hızır gibi yetişmişti imdadına. Osman Amca minibüsün ilk seferini, ?köylüye iyilik olsun? diyerek parasız olarak yapmıştı. O günün akşamında da köydeki gençlerin hepsini yine ücretsiz olarak ilçeye taşıyıp sinemaya götürmüşler. Böylelikle de ömründe sinema nedir bilmeyen, şehir yüzü görmeyen köy gençleri, ?minibüs medeniyeti? sayesinde diğer medeniyetlerle de tanışmış oluyorlardı.
O tarihlerde köyde bir tane bile sürücü belgeli insan bulunmadığı için, çevre köylerden birinde yaşayan Âdem Ağabey, ailesiyle birlikte köye taşınarak yıllarca minibüsün sürücülüğünü yapmış ve böylelikle köylünün de uzun yıllar hizmetinde bulunmuştu
Aradan geçen yıllar Osman Amca'nın oğlu İsmail'in büyüyüp, genç bir delikanlı olmasını sağlamıştı. Yıllardır muavinliğini yaptığı minibüsün direksiyonunun başına oturma zamanı gelmişti artık. Emektar Âdem Ağabey?e yol verip İsmailli yılların başladığı yıllara girilmişti böylece.
***
Salih?in köyüne altı kilometre uzaklıkta bulunan Çavuş Nahiyesi?nde bir jandarma karakolu vardı. Nahiyeye komşu olan onlarca köyün asayişi bu karakoldan sorulurdu. O tarihlerde iki adet jandarma eri sürekli olarak köyler arasında devriye gezer, bir nevi devlet ile köyler arasında köprü vazifesi görürlerdi. Devlet ile işi olan köylülere yapılan bildirimleri ulaştırmak, askerliği gelmiş olan gençlerin celplerini götürmek, mahkemelerde davaları olan insanları bilgilendirmek hep bu devriyelerin görevleriydi.
Jandarmanın köye gelişi, başlı başına bir olaydı. Devletin gücünün en ücra köşelerdeki köylere yansıması demekti devriyelerin köye gelişleri. Güven demekti. Çocukları yaramazlıklarından alıkoymanın yoluydu jandarmalarla korkutmak. Kısaca; jandarmalar, çocuklar için birer korku abidesi, büyükler içinse devletin gücü demekti. Hoş, silahlı kuvvetlerimiz hala da milletimizin gözünde bir numaralı güven merkezi olma özelliğini korumaktadır.
Günlerden bir gün, nahiye karakolunun personeline İlçeden yapılan personel takviyesi ile birlikte Salih?in köydeki evlerinin etrafı 15 civarında jandarma eri ve başlarında bulunan komutanları uzman çavuş tarafından sarıldı. Operasyonun zamanı sabahın seher vaktiydi.
Salih o tarihlerde on altı yaşlarında ve lise birinci sınıfına giden, henüz çocukluktan gençliğe yeni adım atmış olan bir gençti. Köyünden
Salih, kendisi ile birlikte sekiz kardeşti ve en büyükleriydi. Aralarında ikişer üçer yaş ya vardı ya yoktu. Kısaca operasyon anında evde; Salih?ten başka; bir baba, bir anne ve yedi tane de çocuk vardı.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte evlerinin kapısı tekme ve dipçik darbelerine maruz kalıyordu. Salih'in babası Ramazan Amca neye uğradığını şaşırmış bir vaziyette don gömlek kapıya yöneldi. Kapıyı açtığında ise karşısında karakol komutanı ve evin etrafında onlarca jandarma eri ile karşı karşıya geldi.
Salih'in babası yıllarca muhtarlık yapmıştı. O anda yine muhtardı. Ramazan Amca kendi evinin işleri kadar köyün işlerine de önem veren bir insandı. Hatta köyün ihtiyaçları, kendi evinin ihtiyaçlarından daha önce gelirdi. O, sanki köyün işleri için yaratılmış biriydi. Ama şu an, kimliği belli olmayan bir ya da birkaç kişi tarafından yapılan bir ihbardan dolayı, evine bir operasyon düzenlenmekteydi. Hem de; ?muhtarın evinde şu kadar silah, şu kadar patlayıcı, şu kadar kaçak mal var? diye iftira atılarak yapılmıştı bu ihbar.
Ramazan Amca evinin etrafında olup bitenlere bir anlam verememiş ve operasyonun komutanından, hiç olmazsa uyuyan çocuklarının uyandırılması için izin talep ederek, onların bu olaydan etkilenmesini önlemeyi amaçlamıştı. Komutandan gerekli izni alıp, çocukların hepsini uyandırdı ve korkmamalarını tembihledi
Evi saran jandarma erlerinin hepsi de, Ramazan Amca'nın muhtarlığı dolayısıyla, köye devriye görevi için her gelişlerinde, evinde yemek yemiş, çay içmiş, istirahat etmiş kişilerdi. Bu yüzden de Ramazan Amca'yı çok yakından tanıyorlardı. Onlar da olanlara bir anlam veremiyorlardı. Veremiyorlardı ama şu anda kendilerine yapılan bir ihbarın da gereğini yapmak ve vazifelerini ifa etmek zorundaydılar
Operasyonun komutanı, Ramazan Amca'ya; ?hakkında şikâyet olduğunu ve evinin aranması gerektiğini? söyledi. Ramazan Amca'da kendinden emin ama biraz da şaşırmış bir vaziyette ?buyurun arayın gumandanım? diyebildi
Askerler, öncelikle, köye geldiklerinde; sürekli olarak sedirinde oturup, istirahat ettikleri misafir odasından başladılar arama işlemine. Üzerlerinde defalarca ve saatlerce oturdukları minderleri alt üst ettiler önce. Sonra yaslandıkları yastıkları, kilimleri, çulları ve dahi evde ne kadar sergi ve sair eşya var ise ters yüz ettiler hepsini. Daha sonra diğer odalara geçip oraları da didik didik aradılar. İçine yoğurt dökülüp, baharda tarhana yapılacak olan yoğurt tulumunu dahi boşaltıp silah ve mühimmat aradılar içinde. Sonra evin alt katına indiler. Ağılda bulunan hayvan tersini küreklerle bir yandan alıp diğer yana aktardılar. Orada da silah mühimmat ve patlayıcılar arıyorlardı. Samanlığa geçtiler sonra. Samanlıktaki samanı ve yaz mevsiminde hazırlanıp yığılmış olan ve davarlara kış yiyeceği olarak saklanan meşe yaprağı destelerini de bulunduğu yerden aldılar ve diğer yana aktardılar. Buradan da elleri boş döndüler. Tekrar eve çıkıp ikinci kez elden geçirdiler evin her yanını. Çünkü ihbarın konusu çok önemliydi. İhbar sahipleri, ?muhtarın evinin bir bombalık olduğu? yönünde ciddi deliller sunmuş olmalıydılar karakola. Ama buna rağmen bir tek tornavida dahi bulamıyorlardı evde.
Sonunda, köy evlerinin kalın taş duvarlarının iç kısmına, ufak tefek malzemeleri koymak için yapılmış olan ?oymalardan? birine takıldı komutanın gözü. Evet, aradıklarını nihayet bulmuştu işte.
Salih, daha 15 gün önce Şubat tatili için köyde bulunuyordu. O tatildeyken, köyde bulunan arkadaşları da sık sık Salih'i ziyarete geliyorlar ve uzun kış gecelerini birlikte oyun oynayarak ve sohbet ederek geçiriyorlardı. Yine böyle bir günde arkadaşı Mustafa cebinde bir kama ile gelmişti Salih?in yanına. Bu bıçak, diğerlerinden farklı olarak sapı ile ?tamlısı? (metal kısmı) yekpare olarak yapılmıştı. Yani tamlı ve sap bükülüp, tamlısı kının içine girmeyen bir şekle sahipti. Mustafa, o gün evlerine dönerken, bıçağı muhtarın evinde unutup gitmişti. Bu bıçak o bıçaktı.
Zaten köy yerlerinde yaşayanların, bıçaksız ve ateşsiz gezmemeleri, atalarından aldıkları bir terbiye ve nasihat gereğiydi. Köyün kurulduğu günden bugüne kadar da bıçak yüzünden herhangi birinin başına nahoş bir hadise gelmemiş, bıçak yüzünden hiç kimse karakolluk veya mahkemelik de olmamıştı.
Komutan kamayı eline aldı, bir o yanına, bir bu yanına baktı ve ?zafer kazanmış bir komutan edasıyla? Ramazan Amca'nın eline kelepçeyi vurdurduğu gibi alıp götürdüler karakola.
Ramazan Amca sırf o bıçak yüzünden tam 21 gün hapishanede yatıp çıkmış ama Salih'in bundan hiç haberi olmamıştı.
Salih'in babası aslında o bıçak yüzünden değil, ?Salih?in arkadaşının evde unutup gittiği bıçak? yüzünden yatmıştı hapishanede. Yani suç aleti(!) Salih?in bir arkadaşına aitti. Daha sonraları bu olayı öğrenince kendisini suçlu sayacak, çok üzülecek ve babasının kendisi yüzünden hapishanelerde yattığını düşünerek vicdan azabı çekecekti. Yıllar sonra hala da aklına geldikçe, burnunun direğinin sızladığını hissediyor
Ramazan Amca o olaydan aklanıp beraat etmiş ve sonraki zamanlarda yine uzun yıllar muhtarlık yapmış, muhtarlık yapmadığı zamanlarda bile köyün işlerine koşturmuş, maddi ve manevi zararlara uğramasına, yaşı da şu anda yetmişi geçmesine rağmen hala köyün ve köylülerin dertleriyle dertlenmekte ve köyü için uykularını bile terk etmektedir.
?Ramazan Amca'nın evi kimler tarafından ihbar edilmişti? Kimler bu işten çıkar sağlamayı, rant elde etmeyi düşünmüşlerdi? Bu ihbar sonucunda, şikâyet konuları ile ilgili olarak her hangi bir bulguya rastlanmamasından dolayı, ihbara konu olan suç aletlerinin bulunamayışı, ihbarın asılsız çıkmış olması, devletin o kadar arcının ve personelinin yok yere meşgul edilip, maddi ve manevi olarak zarara uğratılmasından dolayı, şikâyet edenler devlet tarafından sorgulanıp hesap vermişler miydi?? bilinmez. Ama bilinen bir tek şey var ki; yaşıyorlarsa eğer bu dünyada hesap vermişlerdir mutlaka. Yok, öbür tarafa göç etmişlerse, orada nelerle karşılaştıklarını da elbette Allah biliyor
Sonraki günlerden birinde köylüler, İsmail?in on beş kişilik minibüsünde, 30'a yakın yolcu olmak üzere ilçeye gittiler. Köylüler işlerini gördükten sonra tekrar köye dönmek üzere yola çıktılar. Mevsim kıştı. Zemherinin orta yerleriydi. Soğuktan dolayı her yan buz kesmişti. Yollar daracık ve her tarafı buzdu. İsmail de henüz askerliğini yapmamış ama Âdem Ağabey?sinin yanında şoförlüğü oldukça iyi öğrenmiş, yaşını yeni doldurmuş olmasından dolayı da sürücü belgesini henüz almıştı.
Minibüs köye gitmek üzere ilçe karakolunun önünden geçmek mecburiyetindeydi. Tam ilçe jandarma karakolunun önüne geldiği anda bir jandarma eri elini kaldırıp minibüsün durmasını istedi. Sonra İsmail?in bulunduğu tarafa yönelip, ?nahiye karakol komutanımız burada. Sizi durdurmam için beni görevlendirdi. Bir müddet bekleyeceksiniz ve onu da alıp götüreceksiniz? dedi
İsmail bir minibüsün içine baktı, bir askerin yüzüne. Henüz askerliğini yapmamış olmasından kaynaklanan bir tavırla, ?arkadaşım görüyorsun insanlar üst üste yolculuk yapıyorlar. İki kişilik koltukta dört kişi oturuyor. Komutanı alır isem, bu kalabalıkta yolculuk yapmasına gönlüm razı olmaz, çünkü rahat edemez. Yok, birkaç kişiyi indirip onu bindirsem bu defa kendi yolcularımı burada bırakıp gidemem. Çünkü köye gidebilecekleri başka bir araç yok. Biliyorsun nahiyemizden geçen başka köylerin araçları da var. Komutana söyle, bir zahmet onlarla gelsin? diyerek yoluna devam etti.
Asker, çaresiz karakola geri döndü ve komutanına olan biteni anlattı. Karakol komutanı olan uzman çavuş bu duruma çok hiddetlendi. Hemen ?çevirmeli telefona? sarılıp, komutanlığını yaptığı ve minibüsün içinden geçmeye mecbur olduğu karakolu arayıp kendisine vekâlet eden çavuşa emir verdi. ?Derhal nahiyenin girişine gidin. Oğlakçı Köyü'nün minibüsünü durdurun ve karakolun önüne çekin. Yolcuları da, minibüsü de salmayın. Şoförü bahçedeki havuza atın, sonra nezarete alın ve benim gelmemi bekleyin. Yolcularda minibüsün içinde beklesinler? dedi.
Emri alan asker, yanına aldığı birkaç arkadaşıyla birlikte komutanın emirlerini yerine getirip minibüsü karakolun önüne çektiler. Yolculara ?minibüste oturmalarını? tembihleyip, şoförü havuzun başına götürdüler. Havuz buz tutmuştu. Buzu kırıp şoförü havuza atabilirlerdi ama vicdanları el vermedi. Zaten komutan da daha sonra tekrar arayıp havuz olayını iptal ettirmişti. Hatta ?yolcuları köye götürebilecek bir başka şoför var ise onların da gidebileceklerini? söylemişti daha sonraki telefon edişinde. Komutan ilk kızgınlığın verdiği hiddetle söylemişti havuza atma işini. Ama kendisini ilçede bırakıp giden şoföre de çok kızgındı. Şoförden bunun hesabını da sormalıydı.? Ama minibüsü köye götürebilecek ikinci bir şoför bulamamışlardı. Yolcular da İsmail?in sorgulanması (!) bitinceye kadar nahiyede bulunan tanıdıklarının evlerine dağılmışlardı
Salih köyde yine izindeydi
Minibüs her gün geldiği zamanda köye dönmemişti. Aradan üç saat kadar zaman geçmesine rağmen minibüsün akıbeti hakkında bir haber alınamamıştı. Zaten haber alınacak herhangi bir haberleşme aracı da yoktu köyde o tarihlerde. Sabit telefonun bile köylerde bulunmadığı yıllardı o yıllar.
Köyün ileri gelenleri, durum hakkında bilgi edinmeleri için nahiyeye göndermek üzere Salih ve iki arkadaşını görevlendirdiler. Yerde yarım metreyi aşkın kar vardı. Gökyüzünde ise bir parçacık da olsa bulut görünmüyordu. Dolunay da yeni doğmuştu. Gece olmasına rağmen ortalık gündüz gibiydi. Ama hafiften de bir ayaz çıkmıştı. Böyle havalarda, ?hava sıcaklığı sıfırın çok altında bulunuyor? demekti.