Yaz tatili başlamıştı. Sınıflarımızı geçmiş, sanki düşman kalelerini fethetmiş komutanlar gibi üç ay boyunca her gün altını üstüne getireceğimiz köyümüze dönmüştük.
Farklı okullarda okuyan sekiz on kişilik bir öğrenci grubuyduk. Neredeyse her gün erkenden hocaya gidip Kur’an ezberlerimizi köteksiz geçmişsek kahvaltıdan sonra buluşur, Pınar, Tepkin, Balkanlık, Bağlar, Koru düzü, Asarlık gibi belirli yerlerde genellikle beraber dolaşırdık.
Tek tek her birimiz zararsız hatta köylülerimizin gözünde uslu, utangaç efendi çocuklardık; fakat bir araya geldiğimizde kendimizi bile tanımayacak kadar ziyankar olabiliyorduk. İçimizde komşu tavuklarına dadanan tilkiler bile vardı.
Haftalarca şehir yüzü görmezdik. Perşembe günleri merkeple tek tük gidenler olurdu. Köydeki tek bakkal Hasan Emmi’den lokum, bisküvi, uçurtma ipliği, dizi şekerleme gibi alacaklarımızı nakit yerine yumurta ile gerçekleştirirdik.
Koca köyde meyve ağacı olarak akıyla karasıyla dutlar vardı, çoğunun sahipleri belli cevizler vardı, kimi bahçelerde tuza bandırılarak yenilirse zehir gibi acılığı ve ekşiliği biraz azalacağına inandığımız sabun eriği diye adlandırılan erik ağaçları vardı da sadece iki bahçede ekşilikte erikten aşağı kalmayan birkaç elma ağacı vardı. Bu elmaların bulunduğu bahçelerin ihata duvarlarının üstleri memleketin en zalim dikenleriyle tahkim edildiğinden değme babayiğit bu bahçelere yaklaşamazdı.
Gözümüz az olanlardaydı. Elma ağaçlarının bulunduğu bahçelerin sahipleri de korktuğumuz insanlardı. Bunlardan birinin bahçesi her gün harım aralarından pınara doğru gittiğimiz yolun üzerindeydi. Üstelik bu bahçedeki elma ağacının birkaç dalı o daracık yolun üzerine sarkmış olurdu.
Bir öğle sonu oradan geçiyorduk. Arkadaşlardan biri oraya yaklaşırken bize çaktırmadan topladığı taşları elma ağacının yola uzanan dallarına fırlatıvermez mi! Bir anda yola dökülen elmaları toplamaya koyulduk. Herkes üç beş ne toplamışsa bir solukta pınara ulaşacak bir kibrit kutusuna doldurulmuş tuza bandıra bandıra yiyecektik. Yola düşen elmalardan bir iki tane almıştım ki bahçe sahibinin sövgü- sitem karışımı hiç unutmadığım cümlesinin üç kelimesini duydum: “Sizin gibi efendilerin… Bizim için savaş alarmı yerine geçen cümlenin dördüncü kelimesi ihtiyarın hançeresinden tamamen çıkmadan dereyi geçmiştik.
Olay vahimdi. İhtiyar, babalarımıza bir namaz çıkışında cami önünde şikayette bulunabilirdi. Babalarımızın duymasından daha beteri her sabah önünde diz çöküp ezberlerimizi dinleyen köy hocasının duymasıydı. O korku yerini çoktan pişmanlığa bırakmıştı. Pınarın başında tuza batırıp yememeye başladığımız elmalar boğazımıza diziliyordu.
Haziran başlarında ne zaman yeşil erikler görsem bir rahmetli Osman’ın tarihi pınarımızın içindeki taş duvarların bir kovuğundan çıkardığı tuz dolu kibrit kutusunu hatırlarım, bir de göğsüne kadar çektiği ak kuşağıyla taşladığımız elma ağacının altından çıkıveren ihtiyardan yediğimiz fırçayı… Sizin gibi efendilerin…
Öyle ya, hem şehirdeki okullarda okuyup hem de köy hocasında Kur’an ezberi çalıştığımız için köylülerimizin gözünde efendilerdik; oysa akla gelen tüm zıpırlıkları yapmaktan da geri kalmıyorduk. Ezberlediğimiz sureler çoktu; fakat bir tek ayetin bile anlamını bilmiyorduk. Okuduklarından haberi olmayan efendilerdik.
Şimdi vakit buldukça gazetelerin köşelerini kapmış ünlü yazarlarımızın her gün yazdıklarına bakıyorum. Bazılarının bırakın nelerden söz ettiğini, yazılarına koydukları başlıkları okumaktan hicap duyuyorum. Yalaka kelimesi çok hafif artık tasmalı, yularlı sözcüklerinin yanında. Maşallah entelektüel birikimlerine bir sözümüz yok; lakin özellikle tartışmalarda kullandıkları üsluba bakınca hayrette ağzımız açık kalıyor. Türkçemizi çok güzel kullanması gereken koca koca adamlar rakibi en kestirme yoldan etkisiz hale getirmek için öyle bir ağız dalaşına başlıyorlar ki dinlerken tepeden tırnağa sinir küpüne dönmemek için en iyi çare tüm elektronik cihazları kapatıp ortamı terk etmek her halde.
Mustafa İslamoğlu fıtratı şu şekilde tanımlıyor: “Allah’ın insanı üzerinde yarattığı fıtrat, yaratılıştan her insanın özüne yerleştirilen iyiye, doğruya ve hakikate olan eğilimdir. İnsan bir amaç için yaratılmıştır. Bu amaç yeryüzünde hayatın tevhit ve adalet ekseninde inşasıdır. Fıtrat, insanın yaratılış amacını gerçekleştirecek donanıma ve altyapıya sahip olmasıdır.” “O her şeye yaratılıştan en güzel olma, kemalini bulma (yeteneği) vermiştir.” Secde 7 ayeti bunu ifade eder.
Düşünüyorum da eğitim-öğretim faaliyeti bizde insanı bozmaya fıtratına yabancılaştırmaya mı yarıyor ne?
Kimi zaman gidişata bakarak böyle olumsuz bir algı yerleşiyor beynimize:Eğitimimiz bozuyor, hele siyasetimiz iyice tanınmaz hale getiriyor insanları. Fıtratımızın üzeri sentetik boyalarla kaplanıyor.
Bu pazar sabahı tertemiz bulduğunuz Kuğulu’yu bir de akşam seyredin, bakalım aynı şekilde bulabilecek misiniz?
Bazen hiç okul yüzü görmemiş köylümüzün elma ağacını taşlarken bize söylediği sözü birilerine bakarak ben de söylemek istiyorum; lakin söylemeyeceğim.
Efendilik bizde kalsın.
Selamların en güzeliyle… H.H. Kartal 03 Haziran 2012