Kendi halkından iğrenmek gibi pis huyları vardır aydınlarımızın.
Kendilerini toplum mühendisi kabul eden bu aydıncıkların gözünde bir türlü adam olmayan bu nedenle de seçimlerde oylarını bilinçsizce kullanan yüzde altmışlık bir kitle ‘son tahlilde’ “kıllı bacaklı, bidon kafalı, aptal, yalancı, göbeğini kaşıyan…”lar tanımına girerler. İşte kerametleri kendilerinden menkul aydınlarımızın çok bilimsel uğraşlar sonunda yaptıkları bu derin ‘saptamalar’ son zamanların en popüler aşağılama örnekleri arasında yer almıştır.
Halkından iğrenmenin en eski örneklerini ben Cumhuriyet dönemi aydınlarımızdan Yakup Kadri’nin Yaban romanından bilirim. Ne zaman birinin; halkın cahilliğinden, kabalığından, görgüsüzlüğünden, yobazlığından bahisle ahkâm kestiğine şahit olsam, aklıma bu romanın kolsuz kahramanı gelir. Eser roman kahramanı Ahmet Celal’in hatıraları şeklinde düzenlenmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’na iyi yetişmiş bir subay olarak katılan roman kahramanı bir kolunu kaybeder. O artık otuz iki yaşında bir mütekaittir. İngiliz işgali yıllarında vaktiyle emir eri olan Mehmet Ali’nin davetine uyarak İstanbul’dan kalkıp Eskişehir’in Porsuk çayı yakınlarındaki bir köye gelir. Mehmet Ali’nin evine yerleşen Ahmet Celal için köy de köylüler de iğrençtir. Kadınlar ta uzaktan tezek kokar. Boz eşek bile kendisine Mehmet Ali’nin kardeşi İsmail’den daha yakındır.
Yazar, romanın çeşitli yerlerinde Türk aydını ile Türk halkının ayrı düşmüşlüğünü anlatmaya çalışır. Bunları bir tespit ve itiraf olarak da aktarır: “Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk “entelektüel”’i, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir... Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var mıdır? Bilmiyorum! Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngiliz’le bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür.”
Bir gün köye bir şeyh gelir. Aslında Yakup Kadri, Anadolu’nun geri kalmışlığındaki faktörleri incelerken din adına hüküm süren insanları da sorgular ve yargılar. Hatta günün birinde köye gelen, köy halkının inanılmaz bir hürmet gösterdiği, şeyh hakkında düşünürken onu düşman askerlerine benzetir: “Benim için, bu bunak Türk Şeyhinin, İstanbul’daki İngiliz subayından farkı nedir? Her ikisinin ruhu ile benim ruhum arasındaki uçurum aynı derecede derin ve karanlıktır. Bu da onun gibi, beni kamçı ile dövecek ya da, beni zindanda çürütmekten zevk duyacak.” Bazı yerlerde kendi ayrı düşüşünü perçinlemek ve halkı anlatmak için de acımasız yargılamalarda bulunur: “Bunlar henüz sosyal bir yaratık haline bile gelmemiştir. Ta yontulmamış taş devrindeki insanlar gibi yaşıyorlar.” Hatta bir yerinde bu insanlara karşı hissettiklerini şu şekilde izah eder: “Bu insanlar, her gün hiçe saydığım, hor gördüğüm, hatta bazen de tiksindiğim kimseler değil midir?”
Bütün bunlara rağmen, en sonunda hükmü kendisine keser ve kendisini şu idam cümleleriyle sorgular: “Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne bıraktıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun." "Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”
Yakup Kadri, eserinde uzun savaşlar ve yıkımlardan sonra Anadolu’nun perişan halini bir köy penceresinden gösterir. Yüz yılların birikimi dertlerini dile getirir; ama netice olarak bana göre insaflı bir yargıya ulaşır.
Bu millet, en yoksul, en çaresiz zamanlarında aydınına her şeyini vermiştir. Ya aydınlarımız halkına ne vermiş, ona ne öğretmiştir?
Yaban romanına konu olan olaylar ve kişilerin üstünden yaklaşık yüz yıl geçti. Aydınımızın köye ve köylüye bakışı değişti mi? Hangi taşın alında parmak izleri var? Bir kötülüğü bertaraf etmek için elleriyle ne yaptılar, dilleriyle ne?
Bugün de doğru soru budur:
Ne ektin ki ne biçeceksin?
Selamların en güzeliyle…