Semt pazarlarını severim. Semt pazarları insanların ihtiyaçlarını almak için uğradıkları geniş mekanlar olduğu kadar; köylünün kentlinin haftanın bir günü özlediği kişilerle görüşüp özlem giderdiği, yeni yüzler gördüğü, habersiz olduğu birçok şeyi öğrenme imkanı bulduğu bu nedenle bir ihtiyacı olmayanların bile şöyle bir uğramadan duramadığı sevimli, şirin cazibe merkezleridir. Sergilerin arasında hesaplı ve kaliteli ürün bulmak için dolaşanların bir gözü tezgahtaysa bir gözü özlemini duyduğu aşina bir dost çehresindedir.
Çocukken ara sıra rahmetli babamla veya ağabeylerimle geldiğimiz pazar yerinde, orada işimiz bitmişse çarşıda büyüklerimizin neredeyse adım başı karşılaştıkları tanıdıklarla uzun uzun konuşmalarından bıkıp usanırdık. İsterdik ki o gün pazara ne için gitmişsek bir an önce oralara gidelim. Burası duruma göre bir ayakkabıcı veya terzi, çok acıkmışsak girişinde tarttırarak aldığımız bir sahan köpük helvayla ekmeği yukarı katında zevkle yediğimiz dükkan olurdu. Bu tatlı mekana gitmemişsek, bir dondurma almamışsak, temmuz veya ağustos sıcağında içerisine biraz kar konulmuş bir bardak su içmemişsek pazara gitmiş saymazdık kendimizi.
Yıllar yılları kovaladı. Pazar yerleri çok değişti. Satıcıların ve müşterilerin daha rahat edeceği şimdilerde üstü kapalı, daha düzenli sosyal mekanlar haline getirildi. Şehrimizin Pazar yeri bu bakımdan mükemmel diyebileceğimiz bir yer. Şimdi çok özlüyorum oraları. Vakıa neredeyse bir yıldır Ankara’da da pazar günleri kaldığımız semtin Pazar yerine gidiyorum. Her adımda Seydişehir’i arıyorum. Oradaki hava yok. Daha doğrusu her bütçeye göre her şey var da bir dostla görüşme ihtimali çok zayıf olunca bir kıymeti olmuyor pazara çıkmanın.
Bu pazar Seydişehir’de olmayınca pek tadı olmayan bir pazar yerinde gezerken orada halk arasında hayatın alışık olduğumuz normal yüzünü gördüm. Orada bir fevkaladelik yoktu. Geçim derdinde, ekmeğinin, ihtiyaçlarının, peşinde insanlarla doluydu her yer. İnsanlar, ihtiyaçlarına göre imkanları nispetinde buralara uğruyor, evlerinin yolunu tutuyorlardı.
Eve gelip de televizyonu açınca, başka bir ülkeye gitmiş hissine kapılacak kadar tuhaf, garip hatta neredeyse anormal kabul edebileceğimiz bir durumla karşılaşmanın huzursuzluğu ile başbaşa kalıyorsunuz. Eve mi geldiniz, bir savaş alanına mı şaşkınlığını yaşıyorsunuz. Açtığınız ilk kanal hangi yöne mevzi almışsa o yöne ateş etmeye başlamıştır. Huzursuzlukla değiştirdiğiniz kanal ilkine muhalifse bu defa onun karşı tarafa salvo atışlarına şahit oluyorsunuz. Ne yaparsanız yapın, bir şekilde saatlerce iki ateş arasındasınız demektir. Gel de etkilenme.
Siyasi havamız, sosyal havamızı solunamaz hale getiriyor bana göre. Fikirleriyle birbirlerine rakip olup halkın hakemliğine razı olması gereken partiler ve kurumlar adına konuşanlar yahut parti tabelası kullanmadan en etkili siyaseti yapan türlü oluşumlar, basın sözcüleri, hocalar veya daha bilmem kimler rakip gördüğüne en keskin darbeyi vurmak üzere bir safta yerini almış; konuşmuyor, savaşıyor. İşte bu noktada memleketin başka bir yüzü ile karşılaşıyorsunuz. Bu yüz korkutuyor insanı. Korkmak ne kelime dehşete kapılıyorsunuz. Normalle anormalin çizgileri kaybolur gibi oluyor.
Birçok alanda sınırların ortadan kalktığından bahsedilen bir zamanda normalle anormal arasında da öyle göze batar bir farklılığın kalmadığı hatta kaybolma trendine bile girdiği söylenebilir mi?
Bunları yazarken siyasi liderlerin yaklaşan yerel seçimlerle ilgili yaptıkları son konuşmalardan bültenlere düşen cümlelerini işitiyorum. Başbakan Suriye’deki Türkmen kardeşlerimize yardım götüren MİT’e ait araçları durdurup görevlileri yerlere yatırıp tekmeleyenleri ihanetle suçluyor. Muhalefet lideri bir ilde yaptığı konuşmada iktidara karşı top yekun bir halk hareketi başlatmaktan söz ediyor.
Halk hepsini dinliyor. Kimin ne dediğini, ne demek istediğini biliyor. Ülkemizde 17 Aralık’tan beri yaşananlara ve sürüp giden tartışmalara ve kavgalara bakarak şaşkınlık içindeyiz diyecek gibi oluyorum; o ise istifini bozmuyor, “Hadi oradan, şaşkın olan sensin! Geçer bunlar.” diyor. Sonra dilinden eksik etmediği yegane teselli kelamı “Hasbünallah”ı söyleye söyleye işine gücüne kaldığı yerden devam ediyor. Tahriklere itibar etmiyor, felaket telalığını sevmiyor. Sükunetini bozmuyor. Onun bu hali Falih Rıfkı Atay’ın yıllar önce yazdığı“Yayla” başlıklı Anadolu halkını anlattığı yazısındaki kimi cümleleri getiriyor aklıma. Bu toprağın insanını iyi gözlemlediği kanaatine varıyorum.
“Yayla adamı, toprağı gibi dışından sönük; içinden uyanık, içinden derin, içinden duyumludur. Yaylanın suyu kazılarak çıkar. Yayla insanını da kazmak gerekir. İnsan kendisinin derinliklerindedir. Yayla insanı, ruhunun diplerine kadar karıştırılmadıkça coşmaz. Yayla nasıl sessiz görünürse, insanı da durgun, vurdumduymaz görünür. Yayla havası gibi, yayla adamının, toplaya toplaya, biriktire biriktire, sindire sindire aldığı bir hız vardır ki, yayla fırtınası gibi birden boşanır; taş uçurur, çatı koparır, baca yıkar, kök söker.”
Halkın iradesi üstünde bu irade yok yayılarak koparılan onca fırtınada itidalini hiçbir şekilde kaybetmeyen bu halkın Reşat Nuri Güntekin’in Anadolu Notları’nda ifade ettiği “Anadolu alim değildir; fakat ariftir.” tanımlamasına fazlasıyla sahip olduğunu, en doğal ve en doğru tepkiyi bu duruşuyla gösterdiğini, göstermeye devam edeceğini düşünüyorum.
Selamların en güzeliyle…
Hacı Halim Kartal 17 Şubat 14