Hayatımıza televizyonlar gireli, gerçekle kurmaca arasında eski zaman saatlerinin sarkaçları gibi sallandık durduk yıllarca. Sallanıp durmak… Aslında sallanma hızımızda artış var. Durmaya gelince… Hakikatten bir kere ayrıldıktan sonra durduğumuz yer kolay kolay hakikat tarafı olmuyor çoğu zaman.
Fıkrayı bilirsiniz. Karadenizli ilk kez gittiği sinemada bir kovboy filmi seyrediyor. Bakmış, silahlı adamlar atlarını var güçleriyle mahmuzlayarak kovaladıkları adamlara habire ateş ediyorlar. Ortalık toz duman… Temel’i bir korku sarmış, gerildikçe geriliyor; çünkü silahlı adamlar üstüne üstüne geliyorlar. Öyle etkilenmiş ki ne yapsa kaçamıyor, ya vurulacak ya da ağızlarından köpükler saçarak yaklaşan atların altında kalıp helak olacak. O zaman silahını çekip sahneye doğru ateş etmeye başlamış. Yaka paça karakola götürülen Temel’e komiser sormuş: Evladım neden ateş ettin? Önce onlar ateş etti komiserim. “Ama evladım, onlar gerçek adamlar değil resim, resim!” diyen komisere Temel patlar gibi karşılık vermiş: Komiserim, o Rasim’se ben de Sürmeneli Haşim!
Seçimler yaklaşırken birtakım ses kayıtları, kasetler dolaşıma sürülerek rakipleri kolayca alt etmeyi amaçlayan, alt etmek ne kelime bir çeşit siyasi linçe dönüştürülen kampanyalar yürütülüyor. Her kasetin ardından bilimsel ve filmsel tartışmaların içinde buluyoruz kendimizi. Gazetelerde acayip manşetler, kimi kanallarda geceler boyu sürüp giden tartışmalar… Fıkradaki Sürmeneli kadar olmasa da psikolojik sarsıntı yaşayanlarımız, kimyası bozulanlarımız az değil.
-Bunların alayı montaj!
-Hayır Erciyes dağı kadar gerçek!
-İspatla o zaman!
-Sen ispatla!
Kurmacaya fazla kaptırdık kendimizi. Sinema salonlarında haksızlığa ve zulme uğrayan kahramanlara çok üzüldük hatta için için ağladık. Başarılarını görünce sevindik hatta alkışladık. Kötülere hak ettikleri cezaları veren korkusuz kahramanlar kıvancımız oldu; ayakta alkışladık. Öyle ki senaryo gereği ölenlerin ardından gözyaşı döktük, hatta gıyabi cenaze namazı bile kılındığı haberleri duyuldu.
Her akşam seyrettiğimiz dizilerle dizim dizim dizildik. Gerçek kurmacada, kurmaca gerçekte kayboldu. Sesi, görüntüyü oluşturulmak istenen algıya göre en etkileyici müzikle birleştirmeyi başaran sektör, yazılı ve görsel medyayı yoğun biçimde kullanmak suretiyle kitleleri hareketlendirmekte çok zorluk çekmiyor. Sonra… Ülkemizde ve dünyada olup bitenleri televizyon ekranlarından, gazetelerden hele şimdi her an internete bağlanabilme özelliği taşıyan cep telefonlarından haber alan, gördüğüne ve duyduğuna hemen inanmaya hazır kitlelerden “Vay be!” sesleri yükseliveriyor bir anda.
Çağımızda büyük savaşlara tanık oluyoruz. Medyatik bir savaş bu. Birçok yerde denendi, deneniyor. Meydana getirdiği tahribatın çok büyük olduğu görüldüğü için büyük paralar harcanıyor. Bir kere gaza getirilen adama “Yahu, dur hele celallenme hemen!” diyemez,
hiçbir şey söyleyemezsin; dinlemez. Cevabı da tokat gibi suratına yapıştırmaya hazırdır: Görüp dinlediklerime mi inanacağım, sana mı?
İşte böyle:
-Montaj
-Değil
-Bal gibi de kurmaca!
-Hadi oradan, hangi biri montaj? Bitti bu iş anladın mı?
Kurmacada kaybolmak dediğim tam da bu işte.
Sabahtan akşama spotlar… Flaş, flaş, flaş! Son dakika!
Ertesi gün otobüste, sokakta, kahvede haberlerin yansımaları…
- Yeni bir ses kaydı daha yayınlandı, duydun mu?
-Duymadım, neymiş?
-Haramzade bunlar!
-Yok daha neler… Nereden bildin?
İbrahim Tenekeci’nin Yeni Şafak’ta 8 Mart günü yayımlanan Bahar Temizliği başlıklı yazındaki tespitine bakın: “Sabahattin Eyüboğlu, 'en çirkin yalan çocuğa ve halka söylenendir, çünkü her ikisi de kolay kanar' diyor.” (Türk Edebiyatı, 1965, sayfa 13)
Çin işkencesinden beter medya karşısında yaşadıklarımız.
Aynı şeyleri dönüp dönüp söyleyenlerin, aynı filmi suare matine gösterenlerin amacı belli: İnsanları mankurtlar haline getirmek. Adama kırk gün deli dersen hesabı.
Medyatik savaş, kitlelerin neyi nasıl algılamaları isteniyorsa onu sağlamaya yönelik ‘on parmağında on marifet’ olan bir illüzyonist titizliğiyle yürütülüyor. İbrahim Tenekeci zikrettiğim yazısında bu durumu yaşadığı bir olayla anlatıyor: “Sokakta yürüyorsunuz. Yanından geçerken ve birden, park etmiş arabanın alarmı çalmaya başladı. İster istemez tedirgin olur, adımlarınızı hızlandırırsınız. Bir kere başıma geldi, hemen panikledim. Tam o sırada biri çıksa ve 'hırsız var' diye bağırsa, mutlaka ona inananlar, hatta peşinize düşenler olacaktır. Evet, algı.”
Kurgularla gerçekler arasında büyük alt üst oluşlarla sallanıp duruyoruz. Gün oluyor; kurguları gerçek, gerçekleri kurgu gibi algılar hale getiriliyoruz. İşin küçümsenecek, hafife alınacak bir tarafı yok. Gerektiğinde bakınca yönünü yolunu belirleyerek kaybolmaktan kurtulanların istifade ettikleri kutup yıldızı gibi akıl ve insaf adlı sağlam rehberlere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Selamların en güzeliyle….
Hacı Halim Kartal