Anadolu’da bir dağ köyü. O köyde dünyaya gözünü açan diğer bütün çocuklar gibi, imkansızlıkların, çaresizliklerin, çilekeşliklerin içine doğmuşum ben de...
Bir evde on sekiz nüfus; amcalar, yengeler, çocuklar, bağrışlar, çığrışlar, gülüşler, susuşlar, iç çekişler, ahdedişler, imrenişler...
İmrenişler mi? Neye, kime, nasıl? Neyi biliyorlar ki, bir şeye imrensinler? Neyi gördüler ki iç çeksinler? Neyi biliyorlar ki kıyaslasınlar?
Sessiz çığlıklar, yutkunuşlar, katlanışlar, sabrın ve metanetin anlamını derinleştiren bir yaşamın, dinlenmeye hasret, beslenmeye muhtaç, sevgiye aç insanların, kavgaların, hırçınlıkların, otoriterliğin, ataerkil bir yaşamın hüküm sürdüğü bir evin içine doğmuşum.
Sadece “yönetilmek” rolü biçilmiş insanların, gözden ırak, gönülden uzak dağların arasına atıldığı, yönetme kabiliyetinin sadece aile içi ile sınırlı bırakıldığı, memlekete, millete dönüp bakmasına gözünün açılmasına bile müsaade edilmediği, ölçülmüş, biçilmiş, tasarlanmış bir sistemin figüranları olarak görüldüğü insanların yaşamaya uğraş verdikleri, toprak damlı, taş duvarlı, dünyadan adeta tecrit edilen, bir uygulama içine sokulmuş olan bir köyde doğmuşum.
Bin yıl öncesinden Orta Asya steplerinden gelen alışkanlıklarla, sadece çobanlık yapıp, bir çift öküzün çektiği kara sabanla, üç beş evlek toprağı işleyip, susuz kıraç topraklarda yetiştirilen buğday başaklarından medet uman, sonra onları elleriyle, el oraklarıyla biçip, eşekler marifetiyle harmana taşındığı, sonra sapları saman etmek üzere öküzlerin çektiği düğenlerin dişleri arasında saman edip tınazlandığı, rüzgardan medet bekleyip çeçin samandan ayrıldığı, elde edilen bir kaç çuval buğdayın yine eşeklerin sırtında su değirmene götürülüp bir kış boyunca yetirmek zorunda olduğu ekmeklik ununu öğüttüğü, çabucak bitivermemesi için öğünlerin atlandığı, yarı aç yarı tok yaşam mücadelesi içinde mazlum ve mahzun insanların yaşamaya uğraş verdikleri bir köyde doğmuşum.
Şükrü nimet sayan, devletine ve milletine asla hor bakmayan, “Allah devlete ve millete zeval vermesin” dualarını ağzından eksik etmeyen, devletin nimetlerinin zerresini hanesinde görmeyen ama külfet üstüne külfetlere katlanan, yine de sızlanmayan, bedduadan azade, kaderine dünden razı, askerlik deyince; “yağ kazanı taşacak olsa da” elindeki kepçeyi atıp göreve koşan, vatanı için en sevdiklerini geride bırakıp canını vermeye giden ama karşılığında hiç bir şey beklemeyen vefakar, fedakar insanların yaşamaya çalıştıkları bir köyde doğmuşum.
Günümüzde menfaatlerin, her türlü ahlaki, kültürel, geleneksel değerlerin üstünde görüldüğü, karşılıksız olarak babanın oğula, oğulun babaya iyilik etmekten uzak durduğu, kimsenin kimseye hal hatır sormadığı, kapı komşusunun ölüsüne duyarsız kaldığı, birbirine selamını esirgediği, hal hatır sormaya yüksündüğü, karşılaştığında birbirlerinden gözlerini kaçırdığı bir dünyada yaşıyorum şimdi.
Sitemizin bahçesinde rengarenk, model model otomobiller, birbirinden güzel bisikletler, oyuncaklar, salıncaklar, kaydıraklar, tahterevalliler. Sanki, kırk yıl önceki çocukluğuma nazire yaparcasına alımlılar.
Oğlunda başka model, kızında başka model, kendinde marka marka, hanımında otomatiklisi, torununda otomatiksizi, boy boy, cins cins binek araçları... Yazlığı başka, kışlığı başka araçlar...
Göz kamaştırıcı villalar, göklere direk olmuş gökdelenler, apartmanlar, güvenlik çemberini yarıp girmenin mümkün olmadığı, evladının evine gitmek için bile şifre sorulan, parola sorulan yaşam alanlarının bulunduğu bir dünyada yaşıyorum şimdi.
Ben aslında kırk yıl önceki pınarları, cıvıl cıvıl çeşme başlarını özlüyorum. Ben çiğdemli yazıları, süt beyaz kuzuları, sandal kuşlarının tak taklarını, kurbağaların vak vaklarını özlüyorum.
Cırcır böceği seslerine hasretlik, baykuş seslerine özlem, uzaklardan çağıran guguk kuşlarının yanık çığlıklarına özlem duyuyorum.
Ben şimdi orakla ekin biçmeyi, yaz sıcağında düven sürmeyi, lüks ışığında harman savurmayı, akarsuda buğday yıkamayı özlüyorum.
Ben şimdi çileyi, çilekeşliği, yoksulluğu, bende olmayana imrenmeyi özlüyorum.
Özlemimde; sınırsız zorluklar, çetin bir yaşam savaşı, tarifsiz acılar, baş edilmez meşakkatler var biliyorum amma...
Özlemimde aynı zamanda; insanlık var, yardımlaşma var, selamlaşma var, muhabbet var, sadakat var, saflık var, menfaate dayanmayan kutsal bir dayanışma var.
Ne var ki; artık geri dönüşü olmayan bir yoldayım ve özlemlere yelken açacak ne mecal var, ne fırsat var ne de buna hazır bir dünya...
Tayyar Yıldırım