Sustum…! Zamanın ayrıntısını düşündüm. Dil bilmezlik bu denli üzerimize gelirken, kendimizi nereye saklayabilirdik? Dünya bu kadar umarsızlaşırken, insanlar birbirlerinden bu denli bıkmışken, sevmeyi, sevilmeyi, anlamayı, anlaşılmayı unutmuşken… Ayakta nasıl kalabilirdik?
Bir şeyler dokunmalıydı yüreğimize bir tenhada ama gölge etmeden, incitmeden, sessiz, ılık, dualı, bir şey olmalıydı belki de. Susmaktan da ötelere gitmeliydi “bilen”…! Düşünmeli, yola düşmeli, aramalı, gönüldeki mesafeleri aşmalıydı derken…
İşte ben! Aciz “ İNSAN”… Bana verilen insanlıktan çıkmadan bunların cevabını bulmalı ve bir yol göstermeliydim kendime. Durmadan, susmadan ve nedenimi unutmadan olmalıydı bu. Kime dayanmalı, nerede aramalıydım kendimi? Zamanın bu ahirliğinde kendini bulan var mıydı ki? Ben bulacaktım! Sonra neydi kendini bulmak? Neden bu kadar önem arz etmeliydi? Kendini bulmayanla, kendini bilmeyen bu dünyada daha kolay yaşam sürmüyor muydu? Kalbe değmeden ve kalbine değilmeden yaşayıp gitmiyor muydu? O halde neydi kalbe değmek ya da kalbine değilmek? Kim hassasça dokunabilirdi ki kırılmış, onarılması mümkün olmayan yaralarımıza, hırslarımıza, insanlıktan çıkmış niyetlerimize? Belki de vazgeçmek, kalbi unutmak, manâyı toprağa gömmek ve öylesine bom boş yaşayıp gitmek gerekirdi. Ne gerek vardı bu kadar düşünmeye, sorgu sual etmeye….?
Öyleyse yaşayıp gidecektim bende! Yaşayıp gidecektim işte; sen gibi, o gibi, siz gibi ve biz gibi işte….
Derken olmadı. Olamadı işte… Sustum! Sustum yine ve bir ses içli bir ses değiverdi örümcek ağlarının içinden yaralı kalbime. Tınısı işledi ciğerimin taa derinlerine; bir rüzgâr esti yeniden, toprağa gömdüğüm mana çimleniverdi birden… Dile geldi Âdem ve hemen ardından seslendi Havva… Susmadı susamadı Meryem ve içimin yenik çığlığına bir Şems değdi yeniden; “AŞK’a doğru dön” denildi henüz ben bir şey diyemeden…
Radyodan; Eski, tozlanmış, bir çay ocağı köşesine atılmış, sesi kendine yeten bir radyodan ılımlı bir genç adam sesleniyordu Hz. Mevlana’ya ait içimi lime lime eden şu söz ile;
"Her zahmete kızmada, öfkelenmede, her terbiyesize kin gütmedesin. Peki ama, cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?"(Mesnevi ı)
SUSTUM! Çare miydi ki susmak? Susarak mı bulacaktık doğruları? Ham olamadan tam olma derdine mi düşmüştük? Hangi suda yıkayacaktık şimdi kendimizi? Hangi dua paklayacaktı bizi? Karalara bürünmüş kalbimizi ne ile cilalayacaktık? Ve yeniden fısıldadı eski radyodan genç adamın ılımlı sesi Hz Mevlana’dan yeni bir söz ile;
“"Bu kapıyı ümitten başka bir şeyle açmaya izin yok… Allah, doğrusunu daha iyi bilir."(Hz. Mevlana, Mesnevi-i Şerif, Cilt 3, Beyit: 3093, Çeviri: Veled İzbudak Çelebi)
İki yudum çaydan sonraydı tüm bunlar. Anladım ki susmak belki de umudun kapısıydı ve karar verildi suskunluktan sonrasını arayacaktı gönlüm. Susmanın hikmetine kanıp ümidimi yitirmeden Hakikate giden yolun çileli merdivenlerini arşınlayacaktım. Ama bu kez nasıl diye soruverince zihnim; tekrar seslendi radyodan genç adamın ılımlı sesi. Bu kez de şöyle diyordu Hz. Mevlana;
"Ele geçen şeyin tadı, tuzu, değeri oraya varmak için çekilen yol zahmeti kadardır. Çölün tozunu yutmayan, dilini dudağını çöl güneşinde çatlatmayan Zemzemin lezzetini bilemez, ömür boyu hayalini kurmayan Kâbenin kadrini tartamaz. O halde önce yan ki su seni kandırsın, acık ki ekmek damağında bir lezzet bıraksın. Özle ki bulduğunda gerçekten bulmuş olasın."(Hz Mevlana, Mesnevi Cilt 3, 4188)
Derinlerimde bir yer buz gibi bir suya değmiş bilinmez bir el ben namına duaya durmuştu sanki. Ben ki kaybetmişken kendimi, kendimi başka yerde ararken “kendini kendinde bul” demişti birisi. Düştüğüm yol zahmetliydi belli. Ama düşünülesi değildi. Lakin her yola düşenin yanında azığı olmaz mıydı? Ben ki yalnız çaresiz ve bilmez hangi azığı katacaktım ki yanıma bilmedim. Sorayım dedim açılmadı dudaklarım. İstendi ki gönlümle duyayım. Ve o ılık sesi içime Mevlana diye yazayım;
“Aşk nedir? Bir yokluk denizi. Ayak karada yürür, denizde değil. Akıl bir bağdır, olaylar arasında ilgi kurar. Ancak yokluk denizinde varlık yoktur ki sebep sonuç olsun. Bu yüzden aklın ayağı oraya basamaz. Aşka ulaşmak için ilk engel sensin, kendi varlığın, kendi aklın. Denize dalmak için bir elbise gibi kendi varlığından soyunmalı, aklını kenarda bırakmalısın. Hâsılı akılda aşk şarkısını söyleyecek dil dudak yok.( Hz.Mevlana, Mesnevi, 3.cilt, beyit 4770)
Duydum seni ey Mevlana. Azığımı aldım yanıma düştüm AŞK yoluna ya kendime varmaya ya da kendimden olmaya…! Belli ki hamdım. Belli ki çok yolum vardı kendi namıma ve yeniden seslendi eski radyodan Hz Mevlana;
“Biz aşk susuzlarıyız, İSTEK testilerimizi aldık, sana geldik, bize su ver!(Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Dîvân-ı Kebîr’den, c.I, 180)
Söylenecek söz kalmadı garip yüreğimde aşk yolunu âşıkça yürümek adına Konya’ya vardım Mevlana Türbesinden gül kokusu derdim de bir söz türbedar niyetine sarıldı ellerime;
“Hakıykat erinin bu âlemde bir nişanı olsaydı,
Hatıra gelen bütün ilâhî remizlere tercemân olurdu.
Ovada uçan kuşlar, o âleme yol bulsalardı, her kuşun kanadından bütün müşküller halledilirdi...
Herkes aşk pazarına gelemez; gelebilseydi her taşın dibinde binlerce kervan görünürdü.”( Mevlana-Mecalis-i Seba)
Ve dedim ki sonra içimden,AŞK yolunu sessizce yürüyeceklere; Pir-i Mevlana ile bir olalım her dem şehr-i Konya da…