Nereden bir tekbir sesi yükselse yahut ‘Allah’tan başka hiçbir otorite karşısında eğilmem!’ diyebilme cesareti gösteren bir duruş ortaya çıksa bunu kendi varlıkları için bir tehdit olarak algılayarak o sesi ve ses çıkaranların nefeslerini tamamen kesmedikçe emniyette olmadıklarını düşündükleri için kendileri gibi olmayanları yok etmeye azmetmiş bir küfür- şer cephesiyle karşı karşıya olduğumuz günleri yaşıyoruz.
Etrafımızdaki çember daraldıkça daralıyor.
Hak ve özgürlük kılıfı giydirip üstümüze saldıkları terör belasıyla ciğerlerimizi söküyorlar. Teröre silah taşıyanları, hendek kazıp pusu kuranları, tetik çekenleri, aynı ortak paydanın içinde görüyoruz.
Her gün bir ilimize, ilçemize, köyümüze ateşler düşerken bize de katıldığımız şehit cenazelerinde teröre lanet okumak düşüyor. Başkaca bir şey gelmiyor elimizden.
Daha dün diyorduk ki “Anadolu’muzun her yerinde hiçbir aile yok ki bir veya birkaç evladını Moskof muharebelerinden birinde şehit vermiş olmasın.” Bugün aynı Moskof Kırım’ı kolayca yutmanın verdiği iştahla Suriye’deki kardeşlerimizi zücaciye dükkanına girmiş filler gibi ezerek yerleşiyor onların yurtlarına, ata topraklarına.
Yutkunup yutkunup susuyor; susup susup yutkunuyoruz.
Birleşmiş Milletler’miş, Nato’ymuş...
Hikaye hepsi!
Alah’ın tanımladığı düşmandan müttefik mi olurmuş!
Al sana müttefik!
Şu yiğidin göğsüne saplanan kurşunu kimin sanıyorsun?
Suriye şehirleri, Halep, Humus, Bayır-Bucak şimdi harabe.
Evlerinden yurtlarından can havliyle kaçabilenler akın akın Anadolu’ya giden yolları tutmuşlar. Sınır boyları mahşer yeri...
Sanki Doksanüç Harbi’nin 2016 versiyonu gördüğümüz, sanki Balkan Savaşları...
Mahallemize Suriyeli bir aile daha geldi bugün.
Ya gelemeyenler...
Gelemeyenlerin hal-i pür melalini televizyonlarda görüyoruz. Çocuğu yıkılan evlerin enkazı altında kalan bir anne evladına ait bir montu kah göğsüne bastırarak kah yüzüne sürerek feryat edip ileniyor zalimlere, başına gök kubbeyi yıkanlara. Yeni değil, yıllarca seyrettiğimiz ve artık görmeye alışık olduğumuz binlerce görüntüden bir tanesi bu. Başımızı hangi tarafa çevirsek zulmün kan damlayan dişleriyle parçalanmış cesetler görüyoruz. Aynen Nazım Hikmet’in tasvir ettiği gibi coğrafyamızın manzarası:
“Hava kurşun gibi ağır.”
Bağıramıyoruz, çağıramıyoruz.
Sesimizi kimseye duyuramıyoruz.
Şehit Yüzbaşı Fatih Yaşar’ın memleketi Bostandere’ye getirildiği gün o güne kadar görmediğim bir şey gördüm: Millet sel olup akıyordu şehidinin cenazesine. Seydişehir Belediyesi önünden hareket eden otobüs kasabaya dönen yol ayrımında durdurulmuştu.
Birkaç kilometre yürüdüğümüz yol boyunca insanların sessiz isyanını gördüm. Sessiz, için için büyüyen bir isyandı bu. Bıraksalar cümle şer odaklarının üstüne dolu olup yağacak bir yoğunluk... Polis-asker, amir- memur, öğrenci- öğretmen, genç- ihtiyar, kadın- erkek, köylü- kentli her meslekten, her meşrepten binlerce insan Bostandere’nin daracık yollarına, törenin yapıldığı büyük camii önündeki alana sığmamıştı. Her yer Yüzbaşı Fatih Yaşar kardeşimizin uğruna kanını sebil ettiği bayağımızla daha bir kırmızıydı. Ordu millet oradaydı ve alandan göklere yükselen ortak ses Itri’nin bestelediği Tekbir’di.
Şehit Yüzbaşı Fatih Yaşar’ın cenaze namazında saf tutan on binler için şehadet gülümseyen aşina bir yüzdü, bir gül bahçesine girmekti. Anında onun yerinde olmaya can atmaya hazırdı.
Şehre dönerken Nazım’ın Kerem Gibi şiirinin mısraları takıldı dilime.
Şehit Yüzbaşı Mehmet Yaşar en büyük aşkı vatan için, millet için görevlendirildiği Sur’da millet düşmanı hainlerin yaktıkları fitne ateşlerini söndürmek için ateşe atılmış ve yanmıştı.
Nazım da işte bahsettiğim şiirinde bunu söylüyordu:
“Sen yanmasan
Ben yanmasam
Biz yanmasak
Nasıl çıkar
Karanlıklar
Aydınlığa?”
Şehit Yüzbaşı Fatih Yaşar ve onun şahsında cümle şehitlerimiz! Ruhlarınız şad olsun!
Bugün millet olarak şairin ifade ettiği sorumluluk ve duyarlılığa bütün zamanlardan daha yakınız.
Selamların en güzeliyle...