banner176

BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

Sustu… İçinden gelenleri okudu. Kelimeler oracıkta yüreğinin dibinde, ilk çocukluğunda ki gibi yerli yerinde duruyordu. Bir gün aralansa, bir perde açılsa bir ilim değserüzgâr üflese mesela dokunabilecekti yüreğine!  İçinin içine değmesi neredeyse imkânsızdı. Puslu sözler eskiden kalmaydı… Bir sille indi sağ yanağına iki damla yaş süzüldü sonra. Biliyordu. Bu kez olacaktı. Bu kez içine değen, onu tir tir titreten şeyi bulacak ve onu avuçlarının arasına alıp oldukça ileriye yürüyecek ve yalnız olmayacaktı. Başarmalıydı. İlk öğreticinin sözlerini işitti; “Oku!” Okuyamadı yine. Dünyalık anlağı derinin dibindeki kelimeleri lügatinden çıkarmıştı. Sustu…

Ağlamak istedi yine… Nereye kadar ağlayacaktı? İçindeki serçe çırpınışlarına kim dur diyecekti? Olduğu yere çöktü. Taşlaştı. Tarihleşti. Matuf bir serzenişe bulandı. Olmadı. Elini uzatıp yokladı. İşte atıyordu kırık kalbi, ayarsız zemberek gibi. Kalbinin özneyi kabul eden varlığında obje olmaktan vazgeçip ruhunun aydınlığını aradı. Önceleri çocuktu. Büyüdü. Yetişti. Okudu. Kelimeleri siyah inci gibi dizdi belleğinin en görünmez yerine. Yazılar, makaleler, anılar, denemelere meyletti önce. Bilinen bilinmeyen tüm duvarlar onun yazılarıyla süslendi senelerce. O, durdu. Sustu. Konuştu. Ağladı ama hep içine yüreğinin dibindeki derinin derinine döndü. Belki de her insanın dönmesi gereken tek yere. İnsan olmak! Âdem olmak! Bilmek! Belki de bilmemek! Hiçliğin zincirinde bir halka, bilinmeyen tek tel olmak! Hikâyen kadardı her şey. Neresindeydin bunların, neye aşkın neye içkindi varlığın; Söylesene var mısın? Belki de yoksun. Öyle ya yoksun belki de! Öyle ya bildiklerinde yok! Bilmek neydi o halde? Unutmak, hatırlamak, var olmak neydi söylesene! Sahi ya neydi var olmak? İnsan ontolojik manâda nasıl kanıtlardı varlığını? Kendi karanlığının içinden çıkıp “Ben Varım” diyebilir miydi belki de cahil cesareti ile. Sahi karanlığın aydınlığı neydi o halde? Neden yürürdü insan bu çileli gaileli yolu taa Âdem’den beri kendince. Neyin varlığı ya da yokluğunun derdine düşmüştü ki insan,bunca yükün bilmediği hamallığına talipti gönüllüce.

            Bilir miydi insan beşer olduğunu? Yoksa sosyalite hemencecik öğretir miydi ona; “Bizim gibi ol. Bizim gibi yaşa. Var’ı ye. Yok’u isteme” Böyle miydi gerçekten; Dünya’ya geliyor, çile çekiyor galip ya da mağlup oluyor. Yaşıyor. Yaşamıyor. Yaşar ya da yaşamaz gibi yapıyor ve öylesine ölüp gidiyor muyduk? Bu muydu beşerin alnına net olmayan çizgilerle yazılıveren. Sahi maksadı neydi tüm Âdemlik gelişlerin? Bir araya gelmenin, ayrılmanın bir olmanın, ayrı belki de gayrı olmanın?  Aslında içimden gelen soru da bu; kendi kendime sorup durduğum, yüreğimde taşıdığım müzmin bir diken… Lakin tenkit etmeden kimseyi ve yargılama haddini kendimde bulmadan belki. Bir inanışı, bir yaşam felsefesini ve de bir geleneği. Tüm metafizik gaileyi bir kenara iterek soruyorum kendi usum ile beraber insanlığın tümüne; Gayesi nedir beşerin? Ya da gölgeden hâsılı bu dünyaya gelişin… Karanlık ve aydınlığın… Ay’ın hilal olmasında ki mananın ve insan kalbine değiverişinde ki minarelere yükselişin? Neden düşünüyor insan? Ya da neden düşünmeli? Öyle ya yaşayıp gitsin işte…!

            Vazgeçtim! Çıkamayacağım bu soruyu sizlere ve insanlığa sorma samimiyetinin içerisinden. İzninizle bu soruyu dönüp yine kendime, aklı bir yana koyan kalbine âşık kendime soracağım; Çocuk yüreğime hatta yüreğimin derininin derinindeki henüz sümüğünü silemeyen cümlesiz çocuğa. O bir kuyuda şimdi. Kendilik kuyusunda. Bilmezlerin içinin içinde kendilik bilmecesinde. Gülümsüyor belki… Bir şey olacak! Bir rüzgâr, bir nefes, bir dua belki de. Nuh’tan kalma hicaplı bir tufan uyanacak böylece. Çıkıverecek kendinde karanlığın içinden, sıyrılacak böylece doğumdan kalma saf çocukluğundan. Zamanı ve zamaneyi öyle aydınlatacak ki zamanı veren, körlüğe meyletmiş tüm kuyulardan ışık yayılırcasına kalbi kör olanlar uyanıverecek…  Kim bilir? Elbet ki O bilir. Ama benim çocuk yüreğim hakkıyla O’nu nasıl bilir işte bunu bilmez. Bilmez de haddini bilir tüm bilmezlere inat… Bilmez ama inanır. Karanlığın içinde kör bir kuyunun dibinde elini kalbine koyar. Bir titreyiş bir iç çekiş duyar önce. Ta ki Hira’daki titreyiş misal verilmiştir bendine… Kendine gelir haddini bilir sonra. Sonra da susar. Susar sonra da. Yeniden yeniden susmak ister içi. Susmak edeptendir bunu da Kâlû Belâdan bilir. Kâlû Belâ demişken tanıdık bir ruh gülümser ruhuna taa o günlerden.  Mistik bir seziş zannedip vazgeçer yeniden… Sonrasında nihilist bir iç çekiş sarar bedenini de hiçlik kuyusunda tam kaybolmuşken, muhtevası belli bir ayet tutuverir ellerinden. Mitolojik bir evrim değildir çocuk kalbin geçirdiği. Düpedüz Âdem’in akletmesidir.

Ve yeniden başlar içsel serzeniş; Şimdi ne yapmalı? Kalbe dokunan bunca şeyi hangi uygun temada birlemeli. Kuyunun koyu karanlığından çıkıp tüm evreni ışıtmalı. Akıl yeter. Yaş yeter. Ama yetmeyen bir şey vardır. Ne olduğunu yine Kâlû Belâdan bildiği ama diline düşmeyen, dünyalıktan uzak bir kelime. Hani felsefik bir şey dese değil. Hani çocukluğu ile gençliği ve kırk yaşı dese değil. Ne geri ne ileri ne de tam çöktüğü kuyunun kör dibi… Düşünmelidir! Ama neyi nasıl kimin adına kim gibi?  Böyle öğretilmiş böyle öğrenmiştir çünkü. Hep birileri öğretmiş hep birilerinden öğrenmiştir. Bu kez kimse yoktur yanı başında. Sadece öğrenip depolayıp tahlil etmeden sakladıkları vardır belleğinde. Bu kez yetmez. Yetemez yanında getirdikleri. Kırk yaşlık kıvamında değildir bildikleri.  Başka bir merdiven gerekir kuyunun körlüğünden, ışığaermeye. Yetmez bilgisi, kuru bir cümle gibi kalıverir hikâyesi. Sabır der. Şükür der. İman der. Tefekkür der susar öylece… Bir koku. Tanıdık bir koku yayılır, kuyunun rutubetli kuytusunun, sağır dilsiz taşlarından da böylelikle hizaya gelir ruhu. Dur der kendine. Dur! Kalpsiz aklı neyle yenebileceksin? Bunca yıl aklın, bildik bilmedik ritüellerle dolduruldu da sorgulamadı; teori mi, kuram mı, yoksa kanun mu diyerek. Ne kadar mesafe kat ettin? Yürüdün. Yol aldın. Statü atladın. Toplumsal hiyerarşide iyi denilecek yerlere geldin belki. Ama uzaklaştın kendinden. Yokettin, yok ettiler kalbindeki ilk ışığı ve kendi karanlığında bulamadın kendini. Söylesene bu öğrendiklerin yetecek mi şimdi sana? Hani yıllarca okuduğun derin fizik, analizler edip durduğun kimyasal deneyler… Çarptıran, böldüren, gerektiğinde öldüren ama kalbi bilmeyen matematik ve Aristo’dan kalma azıcık aklına yatan metafizik… Geldiğin, birey olduğun, alkışlandığın, toplumsal yaldızlı o istendik konum ve şakşakçıların, yersiz yurtsuz samimiyetsiz gülümsemeler. Söylesene seni bir anlık olsun çıkartabilecekler mi düştüğün kendi karanlığından ve uzaklaşıp kendi içinde yok olmaktan. İşte ‘zan’eden aciz insan, sadece zandan ibaret yol almalarla bir yere varamıyor.

Ne yapmalı o halde? Kendilik Hira’sına çekilip kutsi bir dokunuş mu beklemeli? Yok! İnsan olanın buna hakkı yok. İnsan olan, kalbi olan, yola düşmeli yol olmalı âlemin ışığına. Kendiliğinin kör kuyusunda bir el uzanmasını bekleyen insan, delilikle dâhilik arası ince çizgiye varırken, güneşin içindeki aydınlığı görmelidir ki ayabilsin hem zihin hem kalp. Yoksa karanlığın içindeki aydınlığı görmek zaten her görene biçilmiş bir kalıp değil midir? O vakit bir el uzansın diye beklersek çok bekleriz. Hem de çok. Kusura bakma aciz insan; kendi karanlığından Sırat-ı Müstakim üzere çıkmaksa niyetin, kendini kendinde bulmalı, kendi aydınlığına kendin varabilmelisin. Kendinden başka kimse kendindeki kör kuyudan çıkaramaz seni. Bu ise Tanrısal Rızıktır. Zaten her beşere aradıktan sonra, kendini bulmak yetisi verilmiştir. Ama bulmacanın ana parçası aramakta saklıdır. Herkes arar ama herkes bulamaz,bulmak için; kalbin aydınlığının düşülen yolu aydınlatması gerek. Öyle ise söyle bana kalbim; Şuan hissettiğim tek şey sensin. Ne garip değil mi? Hissettiğin şey hissettiren şey! Burada bir yanılma payı mı var? Zihin! Zihnim yanıldı gibime geldi ama. Olsun. Zihnin yanılma payı yok mu bilimsel arayışta. Var elbet.  Çağ açıp çağ kapatan ama gönle sevgi tohumu nasıl ekilir, nasıl yeşerir bu tohum bilmeyen, tohumdan meyveye nasıl yol alır tabiat, aramayan da bilim değil mi söylesene! Bilim! Çok bilen az yanılan mıdır? Yoksa bilim adı altında, aydınlığı karartan insanın zulme meyilli fıtratı mıdır? Öyle olmasa atom mu olurdu en büyük buluş? Bence bir gün KALBİ bulursa insan en büyük buluşu yapacak ve tüm karanlıklar kalbe düşenle aydınlanacak… Biliyorum öğrendiklerinin tam aksi yönde bir tezi savunuyorum. Haklısın ama ne yapayım? Kalbini bulan başka şeyin aydınlığını aramazmış. Aslında tüm çatkım bilimlere gibi görünse de bu görüntüden ibaret. Benim tüm çatkım kendime, insana, yanılma payımıza, Âdemden-Adamlığa varamayışımızadır bilesin. Türümüzün böylece geçip gitmesi ve tarihlere kalbini bulamayan ümmet olarak geçebileceğimizin kaygısını taşıyorum kendi içimde. Karanlığım, kuyum, çıkmazlığım, ölümüm bundan olacak belki de ondan sebep haykırıyorum durmadan;

“Kendini kendinde ara ey insan!Kendini kendinde kaybeden onmaz bir daha; Kalp ki en güzel kapıdır aydınlığa açılan. Kalbinin kilidini aç, tüm kalplere sevgi ve dua ile”

O halde söylesene kalbim; ne yapacağız biz böyle! Haydi, bir deney yapalım uyalım pozitif bilimlere ve “Düşünen Ben’i” öldürelim hiç düşünmeden sessizce. Birilerinin aydınlattığı menfezlerde yaşayalım öylece. Söylesene. Susma! Söylesene içimde neden titrersin? Ölümüne direnen, kendine tünemiş yavru bir barı serçesi gibi. Haydi, utanma cevap ver lütfen. Tir tir titrediğini söyledim diye kızma bana. Unutma! Düşünen Ben’i öldüremedim daha. Öldüremeyeceğimde. Çünkü “Düşünen Ben’i”  öldürürsem içimde kanat çırpan barı serçesini bir daha duyamayacağım. Ölecek…! Ölsün istemiyorum ki. Söylesene “Akleden Ben” ile “Çırpınan Sen” bir araya gelse ne olur? Sustu! Bir serçe. Bir barı serçesi,kanadını kör, rutubetli kuyunun; susuz, terlemiş, gök taşlı duvarlarında gezdirdi ve çıktı kendine tünemişliğinden. Ben de sustum. İnsanlık sustu. İnsan sustu. Bilim sustu. İlim ise pusuda karanlığı yarıp hilale dönmeyi bekliyordu. Gökyüzündeki yıldızlar, kıtmir, şahmeran, yunus, körpeliğine doymamış ay… Herkes, her şey ve şey,ya da şeyler sustu.

            Hangi buluşmaydı, saat kaçtı, mevsim neydi,yıl nerede duruyordu makamım neydi bilemedim. Bilmek neydi onu da bilemedim. Tüm cevaplar “Bilmem” de saklıydı sadece bunu bilebildim… Ama işte oracıkta kalp ile aklın birbirine direnerek tüm etik, estetik, bilimsel kuralları yerle bir edip birbirlerini bulup sıkıca sarıldıkları an’a şahit oldum. Hakikat “Akleden Ben”i hikmetiyle çarpıvermişti. Bundan kelli benim dünyamda karanlıklar olmayacak. Ruhum, ruhların aydınlanmasına bir sokak öteden bakmayacak koşarak gidecek ve diyecekti ki; “Ey karanlık işit beni! Aklın var. Bir akla sahipsin belli. Ama kalbin yok içinde. Derininin derininde titreyen bir şey yoksa-bir barı serçesi gibi- bilki hangi kandili yaksan da sönmeye ya da öylesine yanmaya mahkûmsun. İşte kalp ne güzel, ne huzurlu, ne pak şeyler taşır içinde de aydınlığını kimseler karartamaz. Ve sen de hâlâ sorar mısın kara cahil cesaretinle aydınlık nedir diye? Peki tamam. Kızamam bundan böyle. Bir iman serinliği var bu yarası tarihten kalbimde. Olgunlaştım. Olgunluk böyle bir şey işte kızamıyorsun kimseye. Cemal sıfatı gelip yerleşiveriyor gönlüne. İçimde; insanlığın içinde de titreyen o küçücük şey, muhtevasında Hak’tan şeyler taşır. En çokta Hakk’ın kendini taşır da kimse bilmez ama dokunamaz mutlak aydınlığına…

            Sustu karanlık! Tüm karanlıklar sustu. Tüm nefretler, tüm kendini bilmezlikler, tüm ölümler, öldürmeler, kinler,anlayışsızlıklar, nefsi mesafeler sustu. Bilinmeyen insansız yerlerde bilinen tüm bombalar patlatıldı. Kimse ölmedi. Ölüm Hakk’a bırakıldı. Artık karanlıklar; KALP ile içinde Hakk’ı Taşıyan KALPLER ile aydınlanacaktı. Ve sonra taa uzaklardan, ışığı kalem ehline vuran, ölmeyen bir kalemin mezarından konuştu kelimeler Yesevice! Bu aradığım ehli kalemden bir çağrıydı işte…Hikmetli bir Divan düşüverdi karanlığın körlüğüne sessizce, derinden ve bir barı serçesi uçuverdi Hikmetli Kitabın Divan-ı kalbinden karanlığı aydınlığa yararak.

                        İçimin aydınlığının, karanlığı hürleştirenlerden birine malum olmasının hoşa gitmesiyle hesaba çektim kendimi. Tekrar tekrar okuyup sentez etmeyecektim kimseyi. Önce kendim olacak. Kendim gibi bakacak içimi aydınlatacak ve münevvere biçilen ağır yüke talip olacaktım. İçimdeki felsefe ruhuna biraz edebiyat biraz bilim biraz etik biraz ilim katacaktım. O halde işe kendimi kendi içimde “Okumak” ile işe başlayacaktım. Yaşadığım kültür, maruz kaldığı özenti şoktan çıksın diye yapacaktım tüm bunları. Köklerimi unutmayacak, özverilerinin suyuyla dallarımı yeşertip çiçeklerimi elime alıp dünya milletlerinin kapısını çalacaktım. Özümde misafir edilip, edebimle sevgimle ağırlanacaktım.  Bu yolu yürürken, kökümü, töremi, ben olanı- olmayanı zincirin halkalarından kopartmadan yapacak ve Yesevi yolunda ki çiçeklerin sulayıp yeni tohumlar derecektim…

            Hâl böyleyken şimdi bana düşen; Çınarın köklerini bulmak, dallarına “Biz’i” yürütüp; senden “Sana” senden “Bana” benden “Sana” benden “Bana” benden “Bize” ve senden “Bize”  Kalbin aydınlığıyla çıkarak aklı bir köşeye itmeden Yesevi’nin 63’ün de girdiği toprak altından “Kendilik Kuyumun” sentezine varabilmektir…

H.Ahmet Yesevi’ye hürmet ile

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.