Akın akın köylerden şehirlere koştuk. Boş bıraktık dağlarımızı, yaylalarımızı, otlaklarımızı, köylerimizi. Belki de mecburduk, mecbur bırakıldık göçmeye, doğduğumuz yerleri terk etmeye.
Öyle ya, birkaç dönüm parça pencik tarla, yedi-sekiz çocuk… Onlar büyüyünce o tarlaları “patlat dokuz kişiye bir gazoz” misali dağıt ve geçim sağla… Olacak iş değildi. Bunu gören gençlik de kendini köyden şehre atmakta buldu çareyi…
Bundan otuz kırk yıl kadar önce, özellikle dağ köylerimizde yaşam çok zordu. Bir günde tabiri caiz ise bin türlü iş yapmak zorundaydınız. Hem de yaptığınız bütün işleri kendi bedeninizle eğer yetmezse hayvanların bedenleriyle yapmak zorundaydınız.
Mesela benim doğduğum köyde bir sabah, henüz hava karanlıkken yatağınızdan kalkar, taşıma yöntemiyle uzaklardan kap kacaklarla eve getirdiğiniz su ile elinizi yüzünüzü yarım yamalak yıkar, öyle başlardınız günün çilesini çekmeye. Varsa teknede bir yufka ekmeği ya da mayalı ekmek, bir elinize onu alır diğer elinize de bahçenizden kopardığınız bir yeşil soğan ya da bir domates, ağıldaki davarınızın kışın yiyeceğini temin etmek için iki eşekle düşerdiniz yollara. Bu şekilde hem yolda kahvaltınızı yapar hem de kilometrelerce uzaklıktaki yaprak keseceğiniz meşeliklere ulaşmaya çalışırdınız. Ulu meşe ağaçlarından saatlerce yaprak keser, deste yapar, eşeklerle köye taşır, toprak damlı evlerin üzerine serer, birkaç gün önce kestiğiniz yaprağı damdan aşağıya, sonra iner oradan da samanlık deliğinden içeriye atardınız. Daha sonra içeriye girer, istif ederdiniz. Günlerce sürerdi bu döngü.
Bakar mısınız iş yüküne? Bu, sadece iki eşek yükü meşe yaprağı elde etmek için verilen çabanın izahıdır... Yine aynı gün, kızlarınızın, oğullarınızın çeyizini temin etmek için ektiğiniz sebzelerin sulama zamanı gelmiştir ve hemen oraya koşar eğer sulama sırası bulabilirseniz, yapılacak su kavgalarını da göze alabilmişseniz eğer o işe koyulursunuz.
Akşam evde yemek yenilecek… Aklınızda “ne yemeği yapacağınız” ve “yapmaya nasıl zaman bulacağınızla” ilgili düşünceler vardır. Davarınızın keşiği gelmişse çobanın azığına ne koyacağınız hususu da aklınızın tam ortasında dolaşıp durmaktadır diğer düşüncelerinizle birlikte…
Ardınızda en az altı yedi tane ve doğum araları belki de bir-iki seneyi geçmemek üzere dolaşan boy boy çocuklarınızın vızıltısına çare bulma konusundaki çabanız da işin cabası.
Daha geçen ay harman hasat işlerinden bin bir meşakkatle çıkıp eve götürebildiğiniz birkaç çuval buğdayı, eşekler sırtında köyünüze on kilometre uzaklıktaki su değirmenine götürüp öğüteceksiniz. Zira evde birkaç gün yetecek kadar un ya vardır ya da yoktur. Bu konu da kafanızı meşgul eden bir başka konudur.
Evde, dağa gidemeyen, “arık” dediğimiz koyun keçilere yiyinti gidecektir, sebze sulamanın ardından… Sebzeliğin içinden topladığınız biraz ot, biraz meşe yaprağını sırtınıza yükleyip eve geldiğinizde, hava kararmış ve çocuklarınız yemek bekliyor olacaktır. Kimi ağlaşır, kimi su taşır, kimi hayvanlara yiyinti verir kimi altının temizlenmesini beklemektedir…
Bundan otuz kırk yıl öncesinin bir gününe sığan köy yaşantısını izah etmeye çalışsam da o gerçekliği ve büyük çileyi tam olarak yansıtabildiğimi sanmıyorum.
O yıllardaki, bu kadar çile ve meşakkate rağmen özlediğim o kadar güzellik, o kadar doğallık o kadar lezzet var ki, şimdinin parasına, villasına, model model arabasına nazaran paha biçilemeyen, değeri ölçülemeyen güzelliklerdi onlar…
Mesela tarlada ekininiz biçilmeyi mi bekliyor? Harmanda komşulardan arkaya mı kaldınız? Evinizin damını örtemediniz de toprak mı atılacak? Kışlık odununuzu kesecek gücünüz mü yok? Mesela evinizde el yordamıyla çalışan değirmen taşında bulgur mu çekilecek? Dibekte yarmanız mı dövülecek? Ağılda davarınız sağılacak da yetiştiremediniz mi? Ya da sabah bir başka işe gitmek zorundaydınız da davarınızı çobanın önüne sürecek imkânı mı bulamadınız? Oğlunuz evlenecek, kızınıza nişan mı yapacaksınız? Cenazeniz var da taziyeye gelenlere ikram edecek yemeğiniz, ekmeğiniz mi yok evinizde?
İşte insanlığı hatırlatan, birlikte yaşamanın gereği olan değerler devreye son sürat giriverirdi tam da bu zor anınızda. Eline orağını alan tarlanızdaki ekini biçmeye koşardı. Düğenini, öküzlerini önüne katan sizin harmana taşınırdı. Kazmasını küreğini kapan, damınızın üzerini örtmek için seferber olurdu. Eşeğini önüne katan, düğün odununuzu kesmeye, kışlık yakacağınızı temin etmeye koşardı dağlara… Bulgurunuzu, yarmanızı komşularla birlikte çeker, beraber döverdiniz. Ağıldaki davarınızı size sormadan sağarlar; süt stilini, süt bakracını evinize uzatırlardı. Davarınızı ağıldan salıp çobanın önüne katarlardı. Oğlunuzun, kızınızın düğününe gelen ziyaretçileri kendi evlerine götürüp, onlara ikramda bulunmak için yarış ederlerdi… Cenazenizin bütün defin işlemini, taziyeye gelenlerin yemek içmek işlerini hep komşularımız yapardı. İşi olmayan işi olanın işine koşardı. Yemeği olanlar, yemeği olmayana verirdi.
Kısaca izah edersek eğer, “herkes bir birinin külüne muhtaçtı.”
Elimde değil özlüyorum o günleri, o halleri.
Şimdi artık herkes kendi derdinin peşinde... Kimsenin kimseyi gördüğü yok. Mevcudu artırabilmek, aracını yenileyebilmek, evine evler katmak, çocuklarına özel eğitim aldırabilmek için yarışlara girmek, son model cep telefonlarıyla sağa sola hava atmaktan gayrı kimsenin bir başkasının derdini soracak halleri bile yok.
Varlığımızla övünmekten fırsat bulup, yokluğun acısını hisseden duyularımızı hareke geçirmeye bile zamanımız yok. Körleştik, sağırlaştık. Kapı komşumuzun cenazesinin olduğunu dahi aylar sonra duyar olduk.
Çok hızlı bir şekilde uzaklaşıyoruz bütün iyiliklerden, insanı insan yapan değerlerden. Bu nedenle de; çok hızlı bir şekilde çürüyoruz, çok hızlı bir şekilde ölüyoruz.
Hülasa;
“Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete.”