Sabahattin Eyüboğlu’a göre ‘tahte’ş-şuurumuz (şuuraltımız), ‘kaybolmuş cennetimiz’ demek olan Divan şiirimizin 18. Yüz yıldaki temsilcilerinden Nedim yahut kendi deyişiyle ‘Nedim-i Şeyda’ gazellerinden birinde güzellikte emsali olmayan, zorlu sevgililerini kâfire benzetir.
Şairin ‘kâfir’ redifli bu gazeli en iyi bilinen şiirlerinden biridir.
Kâfir hakkı tanımayan, Allah’ın birliğine iman etmeyen anlamıyla rakibe yakıştırılan bir ifadeyken şair bu sözü sevgili için uygun görmüştür.
Sevgili ilk beyitte Cengizhan’ın torunu İlhanlı hükümdarı, Bağdat’ı yakıp yıkmış acımasız kanlı bir katil olan Hülâgû Han’a benzetilmiştir. Şairin dünyasını tıpkı bu katil gibi yakmış, kana bulamıştır. Çizilen sahne sevgilinin acımasız, can yakan hâlini açıklıkla ortaya koymaktadır.
“Tahammül mülkünü yıktın Hülagu Han mısın kâfir
Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kâfir
…
Nedim-i zarı bir kâfir esir etmiş işitmiştim
Sen ol cellad-ı din ol düşmeni iman mısın kâfir
Ağlayan Nedîm’i bir kâfir esir etmiş, işitmiştim. Sen o din celladı, iman düşmanı mısın kâfir?”
Her beyitte farklı bir özelliği dile getirilen sevgiliye cevabı bilinen sorularla (istifham) kâfir denmesi bu aşkın belalı olduğu kadar büyük ve sıra dışı olduğunu vurgulamak içindir.
Amacım, bu kavurucu yaz sıcaklarında memleketimizin birçok il ve ilçesinde meydana gelen orman yangınları ile ilgili haberlerin aylardır katliamların yaşandığı Gazze haberlerini solladığı bugünlerde Lale Devri şairi Nedim’in aşk anlayışını şerh etmek değil elbet. Nitekim kısa bir süre sonra şair için de devlet için de çok ağır ve çok acı faturaları olan o devirler geçip gideli çok oldu. İstiklal şairimiz Mehmet Akif’in yaşayıp görerek ve yüreğinde olanca acılığıyla hissederek ifade ettiği gibi ‘Zevke durmak şöyle dursun, vaktimiz yok mateme.”
Her meselenin başı olan temel meşemiz, sorumsuzluğumuz…
Ateşle oynamayı seven sorumsuzluğumuz ve boş vermişliğimiz sebebiyle haberler geçekten çok can yakıcı! Dakikalarca uzayıp giden haberlerde kimi bölgelerdeonlarca, kimisinde yüzler hektar ormanın küle döndüğü, birçok insan ve araçla söndürme çalışmalarının gece gündüz devam ettiği bilgisinin kasvetiyle çöküp kalıyoruz olduğumuz yerlere.
Gerçekten de ateşle oynamayı ne çok seviyoruz! Yoksa biz ateşperest miyiz? Tarlalarda anız yakar, yangının nerelere uzanacağını hesap etmeyiz. Söndürülmeden atılan sigara izmaritlerinin sebep olduğu yangınların felaketlerde önemli bir paya sahip olduğu da yazılıdır istatistiklerde. Kasten çıkarılanlar da var kayıtlarda. Ya orman içinde yapılan piknik ateşlerinin sebep oldukları cabası…
Pire için yorgan yakmak deyimi başka dillerde de vardır mutlaka; lakin bizdeki şu ateşperestlerde bile olmayan ateş düşkünlüğü neyle nasıl izah edilir, bilmiyorum. Bildiğim şu: Ateşperest olduğu bilinen kavimlerde bizdeki kadar yangın çıkmıyor.
Yanan sadece ormanlarımız değil, yaygın söyleyişle ciğerlerimiz yanıyor.
Yetkililerin yaptıkları açıklamaya göre faili meçhul cinayetler gibi yangınların birçoğunun nedeni bilinmiyor.
“ Yanmaz da yürekler ateşe atsan
Bir kibrit bir orman yakar başıboş”
Üstat Necip Fazıl Kısakürek ‘Başıboş’ adlı şiirinde sorumsuzluğumuza, vurdumduymazlığımıza parmak basmıştır.
***
Bu değişmez duruşumuz sebebiyle şu aziz vatan topraklarında sık sık bildik manzaralarla karşılaşıyoruz.
Ne çok ölüyoruz!
Ne kolay ölüyoruz!
Hele şu yaz ayları…
Allah beterinden saklasın! Ya yanıyoruz ya ölüyoruz.
Her elim olayın ardından sarf edilen üzüntü ifadeleri de genellikle aynı oluyor: Ciğerlerimiz yandı!
Bir vatandaş olarak elbette üzülüyoruz.
Üzülüyoruz üzülmesine de bir taraftan da şöyle bir sorunun kafamı kurcalamasına mani olamıyorum: Yana yana bizde ciğer mi kalmadı, yoksa gövdelerimizde ciğer diye başka bir şey mi taşıyoruz?
Olayların sorumluluk boyutuyla ele alınması hep öldükten ve yandıktan sonraya mı kalmalı?
İçimizdeki ateşperestlerin dünyayı yakmadan yapabilecekleri bir ibadet yok mu?
Selamların en güzeliyle…
H. Halim Kartal/ 01 Temmuz, 2024