Biriken gazeteleri kaldırırken birindeki manşet aldı götürdü gene fakiri bir yerlere. Gazete 30 Mayıs 2024 Perşembe günü manşetine Cumhurbaşkanımız R. T. Erdoğan’ın Gazze’de 7 Ekim’den beri neredeyse her gün her gece yaşanan vahşetlerden biri ile ilgili bir dizi tepkisini taşımıştı: “Dünya bir manyağın barbarlığını izliyor.” Sonra İslam ülkelerinin kayıtsızlığına karşı sitemini şu cümle ile duyurmuş okuyucularına: “Müslümanlar daha neyi bekliyor?”
31 Mayıs 2024…
Şehit Ahmet Erol Cami önünde hac ibadeti için kutsal topraklara giden hacı adaylarını uğurlamaya gelen hemşerilerimin arasındayım. Gidenler adasında emekli öğretmen arkadaşlarımız da var. Birisiyle cami içinde, diğerleriyle dışarıda buluşup vedalaşıyoruz.
O gün karalama defterime şunları yazmışım: İsrail denen terör devletinin 7 Ekim’de başlattığı Gazze’yi, Filistin’i tamamen yok etme yönündeki askeri operasyonları ABD ve AB destekli devam ediyor. Her yeri bombaladılar. Öyle ki Gazze’de neredeyse taş üstünde taş kalmadı sayılır. Evler, okullar, camiler, hastaneler, fırınlar, parklar, tarlalar her yer… Oradan oraya süre süre en son Refah’a sıkıştırdıkları iki milyon insanı orada sığındıkları çadırlarda da bombalayıp onlarcasını cayır cayır yaktılar. Ateşkes yok, uluslararası ceza mahkemesinin kararları yok. Sözde kalan hiçbir baskıya aldırmıyorlar. ABD ve AB bu apaçık mezalime destek açıklamalarına devam ederken bize (İslam ülkelerinde yaşayan) yani etkisiz elemanlar haline getirilmiş milyonlara kala kala seyircilik rolü kalıyor.
Seyrediyoruz, üzülüyoruz “Allah kahretsin!” diyoruz. Allah’ın kullarından beklediği desteği bir türlü veremediğimiz Gazze halkı çoluk- çocuk, genç- ihtiyar ölüyor, sadece ölüyor.
İşte bir Kurban Bayramı daha yaklaşırken cami önlerinde Kabe yolcuları için dualar ediyoruz. Orada toplanan milyonlar tavaf ediyor, her saniye, her an çok tanıdık bir ses yükseliyor arş-ı a’layaKabe’den: “Lebbeyk! Lebbeyk Allahümme lebbeyk!...” Buyur, buyur Allah’ım buyur…
Rabbimizin her emrini yerine getirmişiz gibi orada yeni buyruklar almaya hazır olduğumuzu haykırıp ‘Buyur!’ demeye devam ediyoruz. Kime veya neye buyur dediğimizi en iyi Allah bilen şüphe yok ki Allah’tır. Lakin ahvali-i perişanımız, bu sözü söylerken bu işte bir yanlışlık olduğunun resmi gibi görünüyor.
Sanki haşa Hz. Musa’ya esaretten kurtardığı kavminin ‘Sen ve Rabbin gidip savaşın!’ demesine benzer bir kayıtsızlık sergiliyoruz lisan-ı halimiz.
Apaçık anlaşılan şu ki ‘Buyur Allah’ım!’ diyoruz ama bir parça rahatımızı kaçıracak, derde deva olacak hiçbir emri almaya hazır filan değiliz gerçekte. Kendimizi kandırıyoruz.
Yani ‘Buyur Allah’ım!’ haykırışımız sorgulanmaya muhtaç.
Gazete manşetinde gördüğüm ‘Müslümanlar daha neyi bekliyor?’ sözünün beni sürükleyip götürdüğü yer yahut yaşamaya iyice alıştığımız kısırdöngü, yıllar önce Osmanlıca öğreten bir ders kitabında rastladığım ‘Bu Kimin İşi’ adlı birhikâyecik idi.
Bu küçük hikâyeyi okuyunca bugün yaşadığımız ve zaman zaman eleştirmekten çekinmediğimiz kangren olmuş toplumsal birçok sorunun nedeni için birbirimize düşüp ‘Kapa çeneni, nedeni sensin!Hayır sensin!’ dercesine manzara konulduğunu fark ettim.
“Bu hikâye herkes, birisi, herhangi biri ve hiç kimse adlı dört kişi hakkındadır.
Yapılacak önemli bir iş vardı ve herkesten bunu yapması istenmişti. Herkes bu işi birisinin yapacağından emindi. Herhangi biri onu yapabilirdi; fakat hiç kimse yapmadı. Birisi buna kızdı; çünkü bu herkesin işiydi. Herkes bunu herhangi birinin yapabileceğini düşündü; fakat hiç kimse bu işi herkesin yapamayacağının farkına varmadı.
Sonunda herhangi birinin yapabileceği işi hiç kimse yapmazken, herkes birisini suçladı.”
Alın elinize bir gazete, rastgele birkaç köşe yazısı okuyun… Emin olun, hikâyenin etkisini ve gücünü daha iyi anlayacaksınız. Adam neyi eleştiriyor, kimi suçluyor? Eleştiren, hele şimdi eleştiriden çok suçlayan, bir yönüyle hikâye kişilerinden biridir ve var olan bir problemin çözüm mekanizmalarında bir hisse etkili olabilme potansiyeli taşımaktadır.
Zaman zaman ibretlik olaylar meydana geliyor. Mesela büyük bir şehrin kalabalık bir caddesindesiniz. Kaldırımlar insan seli. Herkes bir yerlere yetişme telaşında. Bir araç dalgın, dikkatsiz bir yayaya çarpıp yoluna devam edip gidiyor. Adam düştüğü yerde acı içinde kıvranıyor. Adamı görüyorsunuz, ona çok yakınsınız; ama bir dakika bile gecikmeye asla gelmez bir iş peşindesiniz. Nasılsa birisinin ambulans çağıracağını, adama yardım edebileceğini düşünerek adımlarınızı daha hızlı atarak geçip gidiyorsunuz. Aynı şeyi aynı anda nasılsa yardım edeceğini düşündüğünüz birileri de düşünüyor. Adam beklide kan kaybederek kıvranmaya devam ediyor. Onun için değil dakikalar saniyeler, saliseler bile önemli olabilir. Orada o anda bulunan herkes için adama yardım etmekten daha önemli bir iş yoktur. Oysa herkes işin önemine inanmakla birlikte bunu birisinden, birisi diğerinden beklemekte, beklemek şöyle dursun bir adım öteye geçmiş,kendi meşrebine göre öteki bulduğunu suçlamaktadır.
Bir yerde yangın çıkar, durum budur. Birisine haksızlık yapılır hatta cinayet işlenir aynı hal. Çoğu zaman olay mahallindeki tavrımızın bu küçük hikâyenin kişilerinden hiçbir farkı yoktur. Hikâyedeki “ Sonunda herhangi birinin yapabileceği işi hiç kimse yapmazken, herkes birisini suçladı.” cümlesinin ifade ettiği gerçek bir kez daha tecelli etmiştir, o kadar! Tam bir doğu klasiği…
Ayağımıza gelen topla oynamadan taca atmak gibi her yerde her olumsuzluğa suçlu aramak yerine sorumluluk denilen ulvi duygudan nasiplenmek adına o soruyu bir kere sormakta yarar var diyorum.
Sahi, bu kimin işi?
Allah’ın evinde ‘Lebbeyk’ deyip de can evimizdeki yangının ortasında kalmış ümmetin yetimlerine, masumlarına bir damlacık serinlik olamayanların işi olamaz her halde.
Selamların en güzeliyle…
Hacı Halim Kartal 10 Haziran, 2024