banner176

BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

“Kişi kendini tanımladığı kadardır.”

        Bu cümleyi TRT’nin sevilen dizisi ‘Gönül Dağı’nı izlerken duymuştum yeni yılın ilk cumartesi akşamı.

        Dizinin kendisi ve çevresiyle barışık bilge kişisi Ciritçi Abdullah, her bölümde işlenen temaya uygun olarak çok sevdiği tabiatın bağrında, omuzunda heybesi, elinde asası koyunlarını otlatırken ya bir şiir okur ya tam yerini bulan özlü sözler söyleyerek dikkatlerimizi üzerinde tutmayı başarır. Dedenin başarısı, bir taraftan anlam arayışına devam ederken bir taraftan elinden geldiğince kimseyi incitmeden yüreklere dokunmasını bilmesindendir. Bu nedenle sevilir, sayılır.

        Her bölümde dizi kişilerinden birinin hikâyesine yer verilir. Acıları, sevinçleri, yaşadıkları, yaşayamadıkları, umutları, hayal kırıklıkları pişmanlıkları ile bu kişilerin hayattan ne öğrendiklerine dair ulaştıkları sonuçlar kendi bireysel ifadeleri ile seyirciye aktarılır.

Bu hikâyeler bir yönüyle kişisel gelişim hikâyeleridir.

Esasen her türlü gelişmenin ve ilerlemenin temeli kişinin kendini tanıması, tanıyıp tanımlaması değil midir?

“Kişi kendini bilmek kadar irfan olamaz.” sözü bu nedenle en öncelikli ve en gerekli bilgi olarak görülmüş, baş tacı edilmiştir çağlar boyu. “İlim kendin bilmektir” diyen Yunus Emre’nin söylediği de budur.

        İnsanın kendini tanıması ne kadar önemli ve değerliyse tanımlaması de o kadar önemlidir.

        Bazen güzel bir sözle, kimi zaman yerinde bir davranışla kimi zaman da seslendirilen bir türkü ile gönül tellerimize ustaca dokunuşlar yapılan dizide bu durum şöyle seslendirilir:

        “İnsan kendini bildiği kadardır, insan kendini tanımladığı kadardır. Kimi pişmanlıklarıyla tanımlar kendini, kimi yoksunluklarıyla, imkânsızlıklarıyla, olamamışlıklarıyla tanımlar. Kimi aklı kadar tanımlar kendini, kimi ruhu kadar. Kimi sevebildiği kadar tanımlar kendini, kimi kabul edebildiği kadar…

         C. S. Lewis’ın“Bütün evrende hakkında gözlemle öğrenebileceğimizden daha fazla bilgi sahibi olduğumuz tek şey var: Kendimiz!” sözü insanın kendini tanıması ve tanımlaması bağlamında her türlü kaynağa donanıma sahip olduğunu ifade etmektedir.

        Bildiğimiz bir başka gerçek de şu: Diğer insanların varlığı davranışlarımızı düşünebildiğimizden daha çok etkilemektedir. Benlik dediğimiz şey, büyük ölçüde diğer insanların varlığıyla oluşuyor. Diğerleri tarafından kolayca etkilenmeye, kolayca değiştirilebilmeye açık tarafımız sebebiyle öyle durumlarla karşılaşıyoruz ki kendimiz olamama gibi bir olumsuzlukla karşı karşıya kalabiliyoruz. Yani sosyal psikoloji denen olgu ayağımızın kaydığı, diğerlerinin etkisiyle kendimiz olmaktan kolayca çıkabildiğimiz bir olumsuzluğun zemini de olabiliyor.

        Aynı kültür içinde farklı insanlara karşı farklı bir benliğimiz varmış gibi farklı davranışlar sergilemeye kadar uzanabilen bir sürükleniş bu!

        Bu kadar etki altındayken kendimizi nasıl tanımlıyoruz?

        Kur’an içimizde ‘fücur’ ve ‘takva’ isimli iki tohum bulunduğunu haber verir Şems suresinin sekizinci ayetinde. (ve nasıl ahlaki zaaflarla olduğu kadar Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle donatıldığını!)

        Bu durumda…

        -Ben iyi bir aile reisiyim.

        -Kim olursa olsun, başkalarına yardım etmekten zevk duyan bir insanım.

        - İyi bir doktor, iyi bir öğretmen, iyi bir mühendisim.

        Yahut…

        - Ben, yeteneksiz, işe yaramaz, güvenilmez birisiyim.

        - Kendine bile hayrı olmamış bir korkak…

        Şartlar ne olursa olsun en olumsuzundan en olumlusuna kişilik tanımlamalarında en temel belirleyicinin, Rabbimizin içimize yerleştirdiği ‘fücur’ ( kötülük) ve ‘takva’ (iyilik, sorumluluk bilinci) tohumlarından aklımızı ve irademizi kullanarak hangisini beslediğimizle alakalı olduğuna inanıyorum.

        Tıpkı meşhur Kızılderili dede ile torunu hikâyesindeki gibi…

        Bir Kızılderili reisinin çadır önünde sürekli boğuşan biri siyah diğeri beyaz iki köpeği üzerinden torununa bu gerçeği anlattığı hikâye manidardır. Dede torununa bu köpeklerin neleri temsil ettiğini anlatınca, torunu mücadelenin sonunu merak ederek hangisinin kazanacağını sorar. İşte o an dedenin o makul cevabı gelir: Ben hangisini beslersem o kazanır!

        Rabbimizi öğrettiği dualardan biri ile bitiriyorum:Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!(Al-i İmran 147)

        Çocuklarımızı ve gençlerimizi bu bilinçle yetiştirsek, kendilerini tanıma ve tanımlama konusunda olumsuz rüzgârlardan etkilenmeyecekleri bir gücü yanlarında daima hazır bulacaklardır.

        Selamların en güzeliyle…

        Hacı Halim Kartal/ 05 Şubat 2024

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.