Canımızı sıkan, içimizi acıtan olaylar ve durumlar karşısında daha çok kendimize yöneltip de sadra şifa olacak bir cevap alamadığımız için sonunda kederimizi artırmaktan başka bir işe yamayan sorularımıza benzerleri olsa da genellikle bu edatı baş tacı ederiz.
Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek, kendi benzetmesiyle ‘sülük gibi’ beynine yapışıp kalmış birçok soruya ‘ne diye mısraıyla başladığı ‘kafiye’ şiirinde aralamıştır kapıları ardına kadar.
ne diye
bu şuna
şu buna
kafiye?
başa taş
aşa yaş
Hey'e ney
tuhaf şey
…
sorular
sordular
neden çok
nasıl yok
niçin var
sanatsız
papağan
neden çok
ve atsız
kahraman
niçin yok
çok ve yok
yok ve çok
aç ve tok
tok ve aç
tut ve kaç
saklambaç
neden çok
nasıl yok
niçin var
niçin'i
boğarken
piçini
yatakta
bastılar
şafakta
astılar
ve derken
nasıl yok
niçin var
bir varmış
bir yokmuş
karamış
ve kokmuş
dünyamız
rüyamız
kapkara
manzara
gebeler
döşeksiz
ebeler
isteksiz
kubbeler
desteksiz
habbeler
süreksiz
türbeler
meleksiz
tövbeler
gerçeksiz
cübbeler
yüreksiz
cezbeler
şimşeksiz
izbeler
emeksiz
heybeler
ekmeksiz”
…
Tasavvufi düşüncedeki vahdet-i vücut (varlığın birliği) yorumunu her sözünde, her şiirinde ifade eden Mevlana’da da karşılaşırız bu soruyla:
“Ne diye bu direnme böyle, ne diye?
Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye?
Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek,
Ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?
Zengin yoksulu hor görür, ne diye?
Sağ soluna yan bakar, ne diye?
İkisi de senin elin, ikiside,
Peki, kutlu ne, kutsuz ne?”
İnsanın insana reva gördüğü bin bir çeşit haksızlıklar, işkenceler, savaşlar; hayatı cehenneme çeviren ölümden beter zulümler için çok defa neticesi sıfır olan bir uyarı levhası gibi dikilir karşımıza bu âlemde:
Ne diye?
Sorular daha çetin ve içinden çıkılmaz bir hal alır Zindandan Mehmet’e Mektup şiirinde Üstad Necip Fazıl’ın:
“Bir âlem ki, gökler boru içinde!
Akıl, olmazların zoru içinde.
Üstüste sorular soru içinde:
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?/…”
Bu âlem öyle bir yer ki dertler ve çileler çok olsa da insanlar kimi zaman kimi sıkıntılarına estetik gerekçeler bulup avunabilmişlerdir tıpkı bestesi Erol Sayan’a ait rast makamındaki şu şarkıdaki gibi:
“Yoksun diye bahçemde çiçekler açmıyor bak
Gel görün açılsınlar devşirip göğsüne tak”
…
Bestesi İlgün Soysev’e şu Hüseyni şarkıda da durum aynı şekildedir. Öyle ki ağrı nerede ise tüm dertlerin kaynağı orası görülmüştür.
“Sensizliğe söylendi bütün şarkılar
Yoksun diye ağlayıp esti rüzgârlar
Nerede o sevgiler o mutluluklar
Özledim çok özledim gel yağmur gözlüm”
İnsanın ‘Ne diye?’ adlı bir sorusu varsa ve bundan rahatsızlık duyuyorsa mutlaka yapacağı bir şey olmalıdır. Yapamasa bile hiç olmazsa sorgulama gereği duymalıdır.
Sabahattin Ali İçimizdeki Şeytan adlı eserinde ‘irade’ vurgusuyla yapılan şey pasif iyiler olmaktan aktif olmaya yapılan bu çağrıyı buluyoruz.
“Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı?”
Selamların en güzeliyle…
H. Halim Kartal/ 17 Temmuz 2023