Edebiyatımızın ‘Beş Hececiler’ olarak bilinen şairlerinden Orhan Seyfi Orhon Necdet Tokatlıoğlu’nun besteleyip icra ettiği uşşak şarkıda dünyada kendisini biricik sevdiğine bağlayan özellikleri bir bir şöyle sayar: “Güzelsin, incesin, tatlısın, şensin…”
Şairin yaptığı sıralamada incelik güzelliğin hemen yanında yer alır.
Soyut bir kelime, görece bir kavram incelik…
Daha çok iletişim ve ilişki halinde ortaya çıkar.
Sözlerini ve davranışlarını beğendiğimiz kimi insanlar için “Ne kibar, ne zarif bir insan!” demekten kendimizi alamayız. Bunun gibi kimileri için de “ Aman Allah’ım, ne kaba bir adam! Hiç yontulmamış” hatta ‘kazma’ sözcükleri beliriverir dudaklarımızda gayrı ihtiyari.
Bu da nereden çıktı şimdi mi diyorsunuz?
Arz edeyim:
Geçenlerde biraz sakin olması gerektiği konusunda uyardığım biri, bulunduğu ortama aldırış etmeyerek, olanca pervasızlığıyla: ‘Anam ……………dım olsun ben bir şey yapmadım ya!’ demesin mi? Bir fena oldum ki sormayın. Başımdan kaynar sular döküldü sanki. Şaşırmış bir vaziyette şunu diyebildim:
Aferin, seni dokuz ay karnında taşıyan, besleyip büyüten bugünlere getiren anneni, o mukaddes varlığı memnun edecek bundan daha güzel bir söz olamazdı senin için, aferin!
Sonra güzel yurdumun güzel insanlarının sabahtan akşama oyun masalarında, sokaklarda, evlerde bunun gibi ne sözler, ne küfürler, neler neler söylediklerini düşündüm; düşündüm de kanım dondu. Cenneti annelerin ayaklarının altında bilen bir ‘gönül medeniyeti’nin mensupları, annelerini böyle sözlerle mi anmalıydı, ağızlarından çıkan iki kelimeden biri küfür mü olmalıydı, argo kelimeler mi doldurmalıydı sokaklarımızı, diye bir sürü soruyla allak bullak oluverdi kafam.
‘Eline, diline, beline sahip ol!’ öğüdü edebi, ahlakı ve zarafeti baş tacı etmiş bir gönül medeniyetini kuran milletimizin parolasıydı. O iklimden uzaklaştıkça birçok şeyimiz gibi incelik kavramının da erozyona uğradığını; tahribat büyük olduğunu bu nedenle sorumluluğumuzun daha büyük olduğunu düşünüyorum.
Dilimiz aslında kalbimizin hoparlörü. Bu durumu Faruk Nafiz Çamlıbel, bir şiirinde şöyle ifade eder:
“Hangi sözlerle ninem gönlünü açmışsa bana,
Ben o sözlerle gönül vermedeyim sevgilime;
Sözlerim ninni kadar duygulu olmak yaraşır,
Bağlıdır çünkü dilim gönlüme, gönlüm dilime”
Dil inceliği kalp inceliğinin bir tezahürü. Bir dönemin zevkinin, zarafetinin, insan ilişkilerinin birçok yönünü, o dönemin sanat eserlerinde az çok yansımalarını görebiliriz. Mesela şarkılarda…
İki örnekte sevdiğimiz kimselere sevgimizi nasıl ifade ettiğimizi belirtmek istiyorum.
Birincisi eski bir şarkının sözleri:
“Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz”
İnceliğe bakar mısınız? Bugün, sokağımızda, evlerimizde, seyrettiğimiz dizilerde sabahtan akşama dinleye dinleye hoşumuza gitmese de bir şekilde kanıksamaya başladığımız ‘lan’lı, ‘ulan’lı, ‘kime diyorum alooo’lu hitap sözleri yanında ne kadar ne kadar mahcup duruyor değil mi?
İkincisi günümüzden:
“Azar azar / Kader bize ne yazar
Ankara Devlet Su İşlerli / Bırak kızım bu işleri
Son sözü söyledim, koymadı mı?
Ben kaçın kurasıyım kızım!
Fıstık mısın yoksa nesin?
Seni niye eller yesin?”
Bu sözler bir pop müzik parçasına ait. Hedef kitlesinin de gençlik, gençlerimiz olduğu anlaşılıyor.
Belli oranda etkili olduklarını da gözlemleyebiliyoruz: Sorumlu davranma, sorumluluk yüklenme ağır geliyor; zahmetsiz, emeksiz lüks bir hayat düşlüyorlar, bir sıra gözetmeden ‘aynen’ kelimesinin joker gibi her yere konulduğu mümkün olan en az kelimeyle konuşuyorlar, birbirlerine hitap şekilleri genellikle ‘çüş, ayı, manyak, gerzek…’ Daha çok küfürlü konuşuyorlar; çabuk parlayıp hemen dövüşüyorlar; çabuk küsüyor, çabuk unutuyorlar. Yakın çıkarları neyi gerektiriyorsa ona göre oluşturuyorlar ilişkilerini. İşlerine gelirse iyi, gelmedi mi kim olursa olsun, ne olursa olsun fırlatıp atıveriyorlar.
Herkes, her şey kullandığımız eşya gibi genellikle bir kullanımlık; kullan at! İnsanların eşya ile ilişkilerinden doğan bu durum, insanlarla ilişkilerine de yansımış gibi günümüzde gördüğüm kadarıyla.
Sayılan hallerin büyük bir çoğunluğu bağlamadığını biliyoruz elbette. Her devrin zevkinin de aynı olması beklenemez doğal olarak; lakin ortak iyi dediğimiz insani değerlerdeki aşınmanın ve kültürel çoraklaşmanın da ürkütücü boyutlara ulaştığını görmemek de mümkün değil.
Gel de hak verme Ahmet Haşim’e. Her şeyi bir kullanımlık gören anlayışa karşı şöyle diyordu “O Belde” şiirinde:
“Sana yalnız ince taze bir kadın
Bana eski bir budala diyen bugünkü beşer
Bu sefih iştiha, bu kirli nazar
Bulamaz sende, bende bir mana”
Kaç paralık adamsın? Paran kadar konuş! sözleri bir yozlaşma döneminin sesleriydi. Bir acayip toplum olduk. Çıkarlarımıza aykırı bir gelişmeyle karşılaşırsak karşımıza kim çıkarsa bir kalemde harcayıveriyoruz. Bu babamız bile olsa fark etmiyor artık.
Yeniden doğmak için ölümü hülasa faniliğimizi hatırlatan bu hazan mevsimi ruhlarımızı da da bir inceliğe, bir incelişe meylettirir inşallah.
İncelmeye, inceliğe çok, hem de pek çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Yoz bir kültürün her şeyi ezip yok eden aşağılayan bir zihniyetin yaşadığımız mekânları cehenneme çevirmesi bu gidiş-imiz-le pek uzak görünmüyor.
Düşünce dile yansıyor.
Dil yaralıyor, hırpalıyor her şeyi!
Gönülden gönüle güzel köprüler, zarafetle dolu bir dille ve incelikle mümkün.
Yahya Keml’in “Bu dil benim ağzımda annemin sütüdür” dediği dilin oluşmasının yegâne yolunun da mili kültürümüzün temel eserlerine, Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziğimiz başta olmak üzere güzelim Anadolu’muzdan yükselen seslere ve değerlere yönelmekten ve onları gerçekten sevebilmekten geçtiğini düşünüyorum.
Selamların en güzeliyle…
H. Halim Kartal/ İlk defa 15 Kasım 08’de yayımlanmış, kısmen güncellenmiştir. 25 Ekim, 2021