banner202

banner203

BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

banner176

Yara denilince milletimizin çağlar boyu engin tecrübelerinin birikiminden süzülüp gelen manileri hatırlamamak elde değil.

        Bunların birçoğu hele cinaslı olanlar (kesik maniler) dil inceliğinin en

güzel örnekleridir:

        Yaradan

        Tabip anlar yaradan

        Cümlenin ver muradın

        Benim de ver Yaradan

        Dertli sinem doludur

        Her dert ile yaradan

        Her dert herkese açılmaz. Açılsa da çabalaması neticesiz bir uğraş olmaktan öteye geçmez. Derler ki davacının şaşkını derdini mübaşire anlatırmış. Aşağıdaki mani de bir bakıma bu durumun en dramatik anlatımıdır:

        Yara sızlar

        Ok değmiş yara sızlar

        Yaralının halinden

        Ne bilsin yarasızlar

        Nurettin Topçu Hoca Ahlak Nizamı adlı eserinde toplumsal yaralarımızdan birine dokunur ki bugün neredeyse kangrene dönüşme tehlikesi bulunan diğer birçok yaramızın tedavisi öncelikle bu insani/ahlaki yaramızın tedavisiyle mümkün görünüyor…

        Birçok örneğiyle adım başı karşılaştığımız şu hale bakar mısınız? Her ferdin birbiri için nefret konusu hale gelmesinden daha kötüsü ne olabilir? Cehennem değil mi? Hoca da ‘gayya’ kelimesiyle bunu anlatıyor işte:

        “Yaralarımızın en derinde olanlardan biri de insana değer vermeyi bilmeyişimizdir. Yaratıkların ulusu olan insana hürmetsizlik, insanlığı düşürür. Hep birbirimize karşı hürmetsiz davranışlarımız, bu düşürme yarışında ilerledikçe cemiyetimiz düşer, düşer ve sonunda her fert birbiri için nefret konusu olur. Bu gayya içinde mana ve değerini düşünmek isteyenler hüsran içinde bunalırlar.”

Seyrettiğimiz yerli ve yabancı filmlerdeki insan ilişkileri ve özellikle kullanılan dille yaşadığımız mekânlarda kullanılan dilin zamanla paralellik gösterdiğine şahit oluyoruz. Çocuklar, gençler hoşlanmadıkları kimselere karşı duygularını büyük ölçüde içinde nefret barındıran şu cümlelerle ifade ediyorlar: Senden nefret ediyorum! Kahrolası! Kahretsin! Lanet olsun!

        Nurettin Hoca’nın yerden göğe hakkı var. İnsana hürmetsizliğin varıp dayanabileceği son noktaya gelmiş gibiyiz.

        Bakıyoruz gerçekten de her fert birbiri için nefret konusu olmuş. Bir şeye canı sıkılan canını sıktığını düşündüğü kimselere ağzını açar açmaz lanet okuyuveriyor. Amir memuruna, memur amirine, işçi patronuna, patron işçisine, öğrenci öğretmenine, seçmenler yönetenlerine, kurumlar siyaseten muhalif olduklarına, komşu komşusuna kimi anne babalar hayırsız olduklarını düşündükleri evlatlarına, kimi evlatlar isteklerinden biri karşılanmadığı zaman anne babalarına dillerinin pelesengi olmuşasına“Lanet olsun senin gibi…’ deyip hiç tereddüt etmeden salıveriyorlar!

        Bunlar filmin sonuç bölümünden can yakıcı kareler elbet… Asıl kafa yorulması gereken kısmı tabi ki nedenler… Öyle ya buralara nasıl, hangi yollardan geldik?

        Bana göre Rabbimizin bir lütfu olarak sahip olduğumuz nimetlerin ve yanı başımızdaki güzellikleri bir türlü görmeyerek, kıymetlerini bilmeyerek hülasa emanet bilincimizi, sorumluluk bilincimizi kaybederek, değerlerimizi kaybettikten sonra bizim için elzem olan şeylerin değil de olmazsa olmazlığına inandırıldığımız şeylerin gönüllü köleleri olarak geldik buralara.

        Gökhan Özcan’ın 23 Ağustos günü çıkan ‘Neyin Kölesiyiz?’ başlıklı yazısındaki şu cümleler buralara nasıl geldiğimizin hikâyesi gibi okunabilir:

        “Bugün gelinen noktada, özellikle teknoloji kullanımının artışı, medyanın çeşitlenerek yaygınlaşması ve yeni internet kültürü ve sosyal medyanın yol açtığı zihinsel ve duygusal dönüşüm, artık sıradan insanları, yani birbirimizi tüketimin sürekliliğini esas alan bu ticari emperyalizmin birer oyuncağı, propaganda ve reklam neferi, tüketmekten kendini alamayan birer şuursuz abonesi haline getirdi.”

        Peki, bu sürdürülebilir bir durum mu? Aboneler faturalarından birini bir ay da ödemesinler bakalım; yıllarca aksatmadan yaptıkları ödemelerin bir değeri olduğunu düşünecekler mi?

        Paranın sahiplerinin seçenekleri arasında bu şık maalesef bulunmaz.

        Akıntıya kapılıp bir kere ayaklarımız bastığımız değerlerden kesilmişse bitmişiz demektir. Yazar vahşi düzeni de adeta tablolaştırır:

        “Bu düzende alım gücü olmayanların bir değeri yok, hesap insan üstüne değil, tüketici üstüne yapılıyor. Dolayısıyla tüketici vasfına sahip olmayan, harcama imkânı bulmayan kalabalıklar dünyanın üstündeki bir kambur gibi görünüyor. Paranın sahipleri tek tek ve birlikte bu kamburdan kurtulmanın hesabını yapıyor.”

         Düştüğümüz yerden kalkabiliriz. Orası, her alanda insana hürmeti her şeyin başı haline getirebildiğimiz her yerdir.

        Selamların en güzeliyle…

        H. Halim Kartal/31 Ağustos,2021 

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.