Temmuz başında tümüyle kalkacağı söylenen açıklamalara bakılırsa tünelin ucu göründü. Ortalık da hareketlendi çok şükür.
Bu hareketliği geçen cumartesi yeğenimin düğünü vesilesiyle köyümde yani İncesu’da yaşadım uzun bir aradan sonra.
Uzaktan yakından gelerek düğünümüzü şereflendiren birçok misafire ev sahipliği yapan İncesu, gerçekten de aylardır bir yere çıkamamış, kimselerle görüşüp hasret giderememiş insanların elbette maske ve mesafe kurallarına azami dikkat ederek buluşabildikleri bir yayla şenliğine dönüşmüştü adeta. Gençlerimizin damada kına yakılırken muhtarlık binası önündeki alanı dolduran halka yaşattıkları coşku dolu eğlence uzun süre hafızalardan silinmeyecek cinstendi.
O gün köyümüzden Necmettin Erbakan Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan köyümüzle ilgili bazı projeleri olan bir dostla köyümüzün ismiyle özdeş tarihi pınarımıza doğru küçük bir gezinti yaptık.
Pınara varıncaya kadar yol boyunca her köşesi, her ağacı, her taşı hafızalarımızda nakış nakış izleri olan yukarı mahalleden geçerken birçok insanla selamlaştık, tanıyamadıklarımızla tanıştık. Velhasıl zamana ve şartlara bağlı bazı değişikliklerle birlikte ana doku yerli yerinde duruyordu.
Pınara vardık. Suyu avlu dışında kalan arktan değil de içerideki birkaç basamak merdivenle inilen, dikdörtgen biçiminde kesme taşlarla yapılan ve bana göre Beyşehir’deki Eflatunpınarı’nı kimler yapmışsa sanatkârlık olarak onunla benzer özellikler taşıdığı için en az onun kadar tarihi olduğunu düşündüğüm canım pınarımızın gözünden içmek için içeri girdiğimizde ikimizin de iştahı kaçıverdi.
Eyvah ki eyvahtı! Çünkü birkaç basamak inince sağ köşesinden yaz kış belki yüz yıllarca gürül gürül akarak insanlara huzur vermiş, yüzlerce bahçeye hayat vermiş pınarımız, en güzel yerinden yaralanmıştı. Gözün üstündeki duvar yıkılmış buz gibi billur suların biriktiği çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızda pek çok yıkanıp serinlediğimiz köşeli havuzu yıkılan duvarın molozlarıyla dolmuştu. Pınarı ilk defa bu perişanlıkta görmenin şaşkınlığı içindeydik. Vakıa yine bunca umursamazlığa ve bana göre vefasızlığa aldırmadan, güceniklik göstermeden akmaya devam ediyordu; lakin pınarımız o haldeyken sularından kana kana içmek o kadar kolay olmamıştı.
Ne yapabileceğimizi düşünerek oradan şimdilerde neşesi çoktan kaçmış bağlara yürüdük. Bağlar dediğime bakmayın, bir zamanlar bağlarmış. Bölgedeki çok sayıda ceviz ağacından çok azı ayakta kalabilmişti. Onların da kuruyan dalları çoğalmış, eski ihtişamlarından eser kalmamıştı.
Öğrencilik yıllarımızda hele ki yaz tatillerinde mutlaka her gün uğradığımız, iki gün ayrı kalsak özlemini duyduğumuz aklı karalı dutlarıyla, pınarın gözünde tuza banarak yediğimiz erikleriyle velhasıl her şeyiyle doyasıya mutlu olduğumuz mekânlardı buralar.
Velhasılbu gezinti beni ‘Dereden Tepeden’ adını verdiğim arşivimdeki artık tarih olmuş hatıralara götürdü. Bir gündönümünde, garip de olsa bir tatil başlangıcında bunlarınanılarda yolculuk niyetinebir kez daha gün yüzüne çıkmasının iyi olacağını düşündüm.
SİZİN GİBİ EFENDİLERİN…
Yaz tatili başlamıştı. Sınıflarımızı geçmiş, sanki düşman kalelerini fethetmiş komutanlar gibi üç ay boyunca her gün altını üstüne getireceğimiz köyümüze dönmüştük.
Farklı okullarda okuyan sekiz on kişilik bir öğrenci grubuyduk. Neredeyse her gün erkenden hocaya gidip Kur’an ezberlerimizi köteksiz geçmişsek kahvaltıdan sonra buluşur, Pınar, Tepkin, Balkanlık, Bağlar, Koru düzü, Asarlık gibi belirli yerlerde genellikle beraber dolaşırdık.
Tek tek her birimiz zararsız hatta köylülerimizin gözünde uslu, utangaç efendi çocuklardık; fakat bir araya geldiğimizde kendimizi bile tanımayacak kadar ziyankar olabiliyorduk. İçimizde komşu tavuklarına dadanan tilkiler bile vardı.
Haftalarca şehir yüzü görmezdik. Perşembe günleri merkeple tek tük gidenler olurdu. Köydeki tek bakkal Hasan Emmi’den lokum, bisküvi, uçurtma ipliği, dizi şekerleme gibi alacaklarımızı nakit yerine yumurta ile gerçekleştirirdik.
Koca köyde meyve ağacı olarak akıyla karasıyla dutlar vardı, çoğunun sahipleri belli cevizler vardı, kimi bahçelerde tuza bandırılarak yenilirse zehir gibi acılığı ve ekşiliği biraz azalacağına inandığımız sabun eriği diye adlandırılan erik ağaçları, sadece iki bahçede ekşilikte erikten aşağı kalmayan birkaç elma ağacı vardı. Bu elmaların bulunduğu bahçelerin ihata duvarlarının üstleri memleketin en zalim dikenleriyle tahkim edildiğinden değme babayiğit bu bahçelere yaklaşamazdı.
Gözümüz az olanlardaydı. Elma ağaçlarının bulunduğu bahçelerin sahipleri de korktuğumuz insanlardı. Bunlardan birinin bahçesi her gün harım aralarından pınara doğru gittiğimiz yolun üzerindeydi. Üstelik bu bahçedeki elma ağacının birkaç dalı o daracık yolun üzerine sarkmış olurdu.
Bir öğle sonu oradan geçiyorduk. Arkadaşlardan biri oraya yaklaşırken bize çaktırmadan topladığı taşları elma ağacının yola uzanan dallarına fırlatıvermez mi! Bir anda yola dökülen elmaları toplamaya koyulduk. Herkes üç beş ne toplamışsa bir solukta pınara ulaşacak bir kibrit kutusuna doldurulmuş tuza bandıra bandıra yiyecektik. Yola düşen elmalardan bir iki tane almıştım ki bahçe sahibinin sövgü- sitem karışımı hiç unutmadığım cümlesinin üç kelimesini duydum: “Sizin gibi efendilerin… Bizim için savaş alarmı yerine geçen cümlenin dördüncü kelimesi ihtiyarın hançeresinden tamamen çıkmadan dereyi geçmiştik.
Olay vahimdi. İhtiyar, babalarımıza bir namaz çıkışında cami önünde şikâyette bulunabilirdi. Babalarımızın duymasından daha beteri her sabah önünde diz çöküp ezberlerimizi dinleyen köy hocasının duymasıydı. O korku yerini çoktan pişmanlığa bırakmıştı. Pınarın başında tuza batırıp yememeye başladığımız elmalar boğazımıza diziliyordu.
Haziran başlarında ne zaman yeşil erikler görsem bir rahmetli Osman’ın tarihi pınarımızın içindeki taş duvarların bir kovuğundan çıkardığı tuz dolu kibrit kutusunu hatırlarım, bir de göğsüne kadar çektiği ak kuşağıyla taşladığımız elma ağacının altından çıkıveren ihtiyardan yediğimiz fırçayı… Sizin gibi efendilerin…
Öyle ya, hem şehirdeki okullarda okuyup hem de köy hocasında Kur’an ezberi çalıştığımız için köylülerimizin gözünde efendilerdik; oysa akla gelen tüm zıpırlıkları yapmaktan da geri kalmıyorduk. Ezberlediğimiz sureler çoktu; fakat bir tek ayetin bile anlamını bilmiyorduk. Okuduklarından haberi olmayan efendilerdik.
…
Düşünüyorum da eğitim-öğretim faaliyeti bizde insanı bozmaya fıtratına yabancılaştırmaya mı yarıyor ne?
Kimi zaman gidişata bakarak böyle olumsuz bir algı yerleşiyor beynimize: Eğitimimiz bozuyor, hele siyasetimiz iyice tanınmaz hale getiriyor insanları.
Bu pazar sabahı tertemiz bulduğunuz Kuğulu’yu bir de akşam seyredin, bakalım aynı şekilde bulabilecek misiniz? Fıtratımızın üzeri sentetik boyalarla kaplanıyor sanki.
Bazen hiç okul yüzü görmemiş köylümüzün elma ağacını taşlarken bize söylediği sözü birilerine bakarak ben de söylemek istiyorum; lakin söylemeyeceğim.
Efendilik bizde kalsın.
Not: Bu yazı Seydişehirhaber’de ilk kez 3 Haziran 2012’de yayımlandı.
Pınar, Tepkin, Balkanlık, Bağlar, Koru düzü, Asarlık İncesu’da semt atlarıdır.
Selamların en güzeliyle…
HACI HALİM KARTAL/ 22 Haziran 2021