Sadece bir günlük bir hikaye. Kaldı 364 gün...
Salih, çocukluğunun ilk zamanlarında anasını yemek yemez sanırdı. Zira onu yemek yerken hiç görmemişti. Ev halkı sofraya oturur, ortaya bir tabak içinde konulan tek çeşit yemeğe belki de on kaşık birden girer çıkardı. Kaşıkların havada çarpıştığı çok görülen bir hadiseydi.
Genellikle erkekler bağdaş kurarlar, neredeyse iki kişinin oturacağı yeri kaplarlardı. Zira onların rahat etmemesi demek, evdeki huzurun bir anda bozulması demekti. Belki evin büyük annesi ve büyük gelini de o sofrada yer bulabilirlerdi. Çocuklardan, büyük olanlar da kabul edilebilirlerdi. Ancak diğer çocuklar, evin yetişkin kızları ve gelinleri birinci sofra kalktıktan sonra ikincisinde yemeklerini yeme imkânı bulabilirlerdi.
Bazen sofranın etrafında iki halka olurdu. Sofrada; gelinler kızlar genellikle sofranın birinci halkasında yer bulamazlardı. Birinci halkanın etrafında ikinci bir halka oluşturarak otururlardı. Bu durumda bile başörtülerinin bağını çözerler ve erkekler ile kendi aralarına o örtü ile adeta perde çekerlerdi. Zira onların karşısında bir şeyler yemek ayıp sayılırdı.
Bu durumda oturanların arasında kalan boşluklardan uzanabilir ve çocuklardan da fırsat bulabilirlerse eğer, bir iki lokma ile ağızlarına bir şeyler götürebilirlerdi.
Evin kiler odası kilit altında tutulurdu. Anahtar, kaynanada eğer kaynana yoksa büyük gelinde olurdu. Öyle her istendiğinde günümüzde; “atıştırmalık” denilen yiyeceklere ulaşmak da mümkün değildi. Yemek yapılacak kadar yiyecek kilit altından çıkarılır, o gün yemek yapmakla görevli evin hangi kadını ise ona teslim edilir ve ondan fazlasının kullanılmasına müsaade edilmezdi.
O gün yine her zamanki yoğun günlerden birisiydi. Hayat, sabah saat 05.00’da başlardı zaten. Evin iki kilometre uzağında sebze ekilmiş olan tarlada sebzeleri sulama sırası vardı. Erkenden tarlaya gidip sulama sırası alınması gerekiyordu. Sebzeyi erkenden sular bitirirse eğer hemen ardından dört kilometre uzaklıkta bulunan tarladaki buğdayın biçilmesi işi vardı.
Salih’in annesi gecenin karanlığında evden çıktı. “Mirav” denilen su bekçisini buldu önce. Ondan sulama sırası istedi. Mirav; “kendisinden önce bir kişinin bulunduğunu ancak onun ardından suyu kendisine verebileceğini” söyledi. Çaresiz bekledi Fatma Kadın...
Saat 06.30 civarında nihayet kendi sulama sırası geldi. Önce salatalık ‘çızı’larına saldı suyu. Tarla biraz eğimliydi. Suyu zapt etmek zor oluyordu. “Çızının” birisini su ile doldurmadan diğerinin ağzını açıyor daha açar açmaz suyu o çızıya katıyordu. Bir dakika nefes alma zamanı dahi yoktu. Fatma Kadın’ın üç tane de çocuğu vardı. Onların ikisini evde uyurlarken bırakıp gelmişti. Bir taraftan da aklı hep onlardaydı. Salih altı yaşında, diğer kardeşi dört yaşında en küçüğü de henüz altı aylıktı.
Salatalık çızılarının sulama işi bitince, suyu domates çızılarına aldı. Onların sulamasını da zar zor bitirdi. Bu defa fasulye çızızlarına akıttı suyu. Her cinsten 25 ile 30 arası çızı vardı tarlada. Sırayla hepsini suladı bitirdi. Bir evlek kadar da saçma fasulye ekmişlerdi. Çızıların ardından oraya yönlendirdi suyu. Yarım saate de orayı suladı, bitirdi.
Güneş doğmuş hatta dağların tepesinden epeyce yükselmişti. Alelacele suyu mirava teslim edip doğruca eve gitti. Çocuklar uyanmıştı. Altı aylık bebe ağlamaktan bir hal olmuş evde bulunanlar onu eğlemeye çalışmışlardı. Fatma Kadın eve varır varmaz önce kocasından okkalı bir fırça yedi. O an evde ağabeyleri bulunduğu için o günlük dayak faslı olmamıştı. Sebep, çocuğun ağlamasıydı. İki kilometrelik sebze sulama işini bırakıp nasıl gelecekti de çocuğun ağlamasını önleyecekti? Ne suçu vardı şimdi? Ama olsun suçunun olması gerekmezdi ki... “Şamar oğlanı” gibiydi o köydeki kadınların hepsi...
Sofraya, tarhana çorbası bir büyük tas içinde konuldu. Kahvaltı yapılır yapılmaz ahırdaki eşeklerin semerleri yine Fatma Kadın tarafından “vuruldu”, daha önceden azık için hazırlanan heybe semere asıldı ve ekin biçilecek olan tarlaya doğru Fatma Kadın, sırtında altı aylık bebesi ve evin diğer iki gelini ile evin üç erkeği bitlikte yola çıktılar.
Ekin tarlasının ortasında bir büyük yaban armudu ağacı vardı. Fatma Kadın bir urgan ile bir salıncak kurdu önce. Bebeği yatırıp ekin biçmeye başlayan ırgatın yanına o da gitti. Tarla kıraç bir tarla idi. Yağmur da istenilen düzeyde yağmamıştı. Ekinin boyu 25-30 cm civarındaydı. Kellerinde 5-6 dane ya vardı ya yoktu. El oraklarıyla “şerevleler” halinde işleyip tarlaya deste deste serip gidiyorlardı. Güneş iyice yükseldi. Neredeyse tepelerine geldi. Kavurucu bir sıcaklık vardı. Evden getirdikleri su testisini gölgede tutsalar da yine de ısınıyordu. Su adeta “yal gibi” kalmıştı. Çalıştıkları ve bolca su kaybettikleri için testiyi “tepelerine dikip” sık sık içiyorlar ve çabucak bitiyordu suları. Salih’i yakında bulunan sarnıca testiyi doldurmak için gönderdiler. O gelinceye kadar iki eşek yükü ekin biçmişlerdi.
Salih sudan gelince eşekleri yere yatırıp o kısacık desteyi sırtlarına sardılar ve köyde bulunan harmana doğru yola çıkardılar. İki eşek olduğu için Salih ile annesi Fatma Kadın birlikte götürdüler. Yolun yarısında eşeğin sırtındaki ekin desteleri “cıva gibi kayıp” yere döküldü. Bir kısmı eşekle beraber yola saçılarak gidiyordu. Salih koşup eşeği durdurdu ve üzerindeki desteyi yolun bir kenarına “yıkıverdiler.” Diğer eşeği harmana kadar zar zor götürdü Salih. Yolda “yıkılan” ekinin başında bekleyen Fatma Kadın ile eşeğin birini ağaca bağlayıp diğer eşeğe yüklediler ve Salih onu da harmana götürdü. Diğer eşeği Fatma Kadın “saldı” ve ekin tarlasına döndü. Olanlardan habersiz olan evin en büyük erkeği Fatma Kadın’a çok kızdı. “Bu kadar zamandır neredesiniz, biraz hızlı davranın, salak salak yürümeyin!” diye çıkıştı. O tarihlerde evin büyük erkeği kimse, onun herkesi azarlama, onlara kızma, hatta onları döğme hakkı(!) vardı.
Fatma Kadın’ın “ağzı vardı dili yoktu.” Kulağına bir çocuk sesi geldi. Koşarak armut ağacında asıl olan salıncağa gitti. Çocuk ne zamandır ağlıyordu kim bilir? Onu hemen çözdü, sırtını diğerlerine dönüp emzirmeye başladı. Bir taraftan bebeği emziriyordu diğer taraftan da laf yemeye devam ediyordu. Her anı kahır her anı çile idi.
Fatma Kadın evin en küçük geliniydi. Sabah 11.00 sıralarında bir gece önce dağda kalan davar köye gelmişti. Karşı tepenin gölgesi biraz uzayınca “sağım vakti” gelmiş demekti. 60 civarında koyun ve keçiden müteşekkil davarın sütünün sağılması gerekiyordu. Bu görev de Fatma Kadın’a aitti.
Çocuğu emzirdikten sonra sırtına sardığı gibi köyün yolunu tuttu. Eve vardığında çok acıkmıştı. Kilere girdi ve evin en büyük gelininin kilit altından dışarıya çıkardığı ekmeklerden bir tane yufka alıp, yeşil soğan ve marul ile sıkıp yedi. Öğle yemeği tamam olmuştu.
Ağıla indi, davarı sağdı, “stildeki” sütü eve çıkardı ve kıdemli geline teslim etti. Sağım için ağıla inerken yatırdığı bebeği yeniden uyanmıştı. Onu uyutup tekrar ağıla indi, davarı ağıldan salıp çobanın önüne kattı.
Tekrar eve döndü. Kıdemli geline yardım ederek ekin tarlasından gelecek olanların akşam yemekleri için bir tencere patates yemeği pişirdiler.
Akşam olmuştu. Ekinciler biçtikleri ekini eşeklere sarıp harmana yıkmışlar ve eve gelmişlerdi.
Evlerde su yoktu. Sular köy içinde bulunan bir çeşmeden testilere doldurulup eve getiriliyordu. Getirilen sular ibriklere ve güğümlere boşaltılıp tekrar dolduruluyordu.
Ekinciler ibriklerdeki su ile ellerini ayaklarını, yüzlerini yıkadılar. Onların ellerine, ayaklarına suyu ibrikten Fatma Kadın döktü. Sonra dinlenmek üzere sırtlarını duvara yasladılar.
Sofranın önlerine gelmesini bekliyorlardı.
Evin kadınları ve Fatma Kadın birlikte sofrayı kurdular. Yemeği genişçe bir tabağa koyup etrafına tahta kaşıkları dizdiler. Sebze tarlasında taze soğan ve marul çıkmıştı artık. Onardan da koydular sofraya. Erkekler sofranın birinci halkasını oluşturdular. Eğer yer kalmışsa evin çocukları da sıkıştı aralara... Kadınlar da ikinci halkayı oluşturup, başörtülerini erkekler ile aralarına perdeleyip uzanabildikleri kadar yemeklerini yemeye başladılar. Fatma Kadın’ın dört yaşındaki oğlu Ahmet ağlamaya başladı. Evin büyük erkeği; “oturtmayın şu çocukları sofraya, diyorum yine oturtuyorsunuz!” diye bağırdı.
Fatma Kadın zaten ya bir kaşık ya da iki kaşık alabilmişti yemekten. “Olay çıkmasın” diye hemen kalktı ve Ahmet’in gönlünü etmek için sofradan ayrıldı, odasına gitti.
Ahmet’i yatırdı, yanına kendisi de uzandı. Gözlerini, meşe ağaçları ve onun yapraklarından oluşan tavana dikti, hayal kurabildi mi bilemiyorum. Onun dünyasında başka bir hayat var mıydı ondan haberdar mıydı onu da bilemiyorum.
Bunun adına “hayat” mı deniliyordu onu hiç bilemiyorum. Onun da Kadınlar Günü Kutlu Olsun...
Kahrımı sırtlayıp taşıyan kadın!
Ne zaman bitecek hüzün ne zaman?
Cennetle anılır annelik adın
Ne zaman gülecek yüzün ne zaman?(T.Y.)