TBMM’deki bütçe görüşmeleri sırasında milletin kürsüsünden seslerini millete duyurmak isteyen bazı bakanlarla o seslerin millete ulaşmaması içingürültü çıkaranlar arasındaki kıyasıya mücadeleyi taşıdı televizyonlar hafta sonu tam gün yasaklarının sürüp gittiği saatlerde milletin meclisinden evlerimize… Duygulandık, öfkelendik, üzüldük.
Bu mücadele esnasında rahmetli Cemil Meriç’i çok andım, rahmetler diledim şu yerinde tespiti sebebiyle:"Evladım! Bu memlekette sağcı-solcu yoktur, ilerici-gerici yoktur. Bu memlekette; namuslular ve namussuzlar vardır. Kavga onların kavgasıdır. Siz namusluların safında yer alın, göreceksiniz, birgün çok kalabalık olacaksınız..."
Yıllar önce okuduğum ‘Bu Ülke’ adlı eserinde kavganın insanla insan arasında değil, insanla kelime arasında olduğunu ‘Sağ ile Sol’ başlıklı denemesinde bu ‘meş’um’ yani uğursuz diye nitelediği kelimeler üzerinden o harika üslubuyla şöyle dile getirmişti:
“Hudutlarımızdan salgın bir hastalık gibi girer sol, arazı, meçhul bir hastalık. Solcu, ithamların en korkuncu olur… Büyüden meş’um, bedduadan netameli bir kelime. Sağ, daha nazlı, daha utangaç bir misafir. Ne zaman gelmiş, bilen yok!”
Sol, demokrasilerin zaferinden sonra yeni bir bekâret kazanır Avrupa’da, günahlarından arınır. Bizde de kasideler döşenilir, nazenine. Avrupa, bütün cinayetlerini sağ’a yükler. Sağ, yakın tarihin “günahkâr tekesi”dir: kilisedir, cehalettir, faşizmdir. Batının en gerici partileri bu menfur vasıftan kurtulmağa çalışırken, bizde mukaddesatçıların bayrağı olur. Sağ: Türk’ün âlicenaplığı… Filhakika bu kirli ve karanlık kelimenin dünyada bizden başka şefaatçisi, bizden başka elinden tutanı kalmamıştır.
Sol-sağ… Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit… Toplum yapımızla herhangi bir ilgisi olmayan iki yabancı… Hıristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu…”
Üstad, karmaşık gibi görünen birçok konuda olduğu gibi‘sırtımıza giydirilen deli gömlekleri’ dediği ideolojilerin paramparça ettiği dünyamızda ortaya çıkan çeşitliliği anlaşılabilecek en yalın haliyle ortaya koyuvermişti. Yerden göğe kadar haklıydı. Kafa karışıklığına gerek yoktu aslında. Onun gibi görmesini bilenler için her şey o kadar netti işte.
Nitekim her şey milletin gözleri önünde cereyan ediyordu. Mesela attıkları sloganlara veya üzerlerine oturtulan sahte imajlara göre topyekûn Batı’ya ve onların en iyi bilip uyguladığı her türlü sömürü ve sömürgeciliğe karşı çıkıp demokrasi, barış ve kardeşlik uğrunaen önce mücadele etmesini beklediğimiz solcular bize göre savaşacakları düşmanlarıyla her yerde kucak kucağa görüntü verebiliyorlardı.İşte Suriye, Irak; işte Karabağ!
Milletin seçtiklerini demokratik yollarla değiştirmeye güçleri yetmediği durumlarda düşmanla işbirliği yapmaktan hiç çekinmiyorlar, darbeleri ve darbecileri alkışlayabiliyorlardı mesela. Her ne kadar teorileri daima bunun tam tersi bir istikameti göstermiş olsa da…
Gün oldu, ‘Halkların özgürlüğü…’ gibi sloganların ardına yürüdüler; lakin özgülük vadettikleri halklara etmedik zulüm bırakmadılar. Mallarını talan edip, evlatlarını dağlarda tepe tepe kullandılar, attılar.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Güneydoğu Anadolu’muzda ‘Hendek-çukur’ eylemleri sırasında harabeye döndürdükleri yerlerin önceki ve imar edilmiş son durumlarıyla ilgili resimleri gösterirken akıl almaz bir saldırganlıkla susturmaya çalışıyorlar. Namuslu insandan beklenen asgari tepki hiç olmazsa bir teşekkür olmalı diyorsanız yanılıyorsunuz demektir.
Haberlere göre Leninist, Stalinist ilkelerle yetiştirilmiş doğaya izmarit bile atmayan o çok çevreci teröristlerimiz Azerbaycanlı kardeşlerimizle savaşmak için Süleymaniye’den Karabağ’a Yunan uçaklarıyla götürüldüklerini öğreniyoruz. Toprakları otuz sene işgal altında olanlar Azerilerdi oysa. Onlar da tıpkı bizim Yunan işgal kuvvetlerini Anadolu’muzdan kovduğumuz gibi bir milli mücadele başlatmışlardı oysa.
Demek ki ideolojik isimlere takılmanın bir âlemi yoktu. Solculuk iddiasındaki bir de namussuz olabilirdi, sağcılık veya ilericilik iddiasındaki biri de…Nitekim 15 Temmuz darbe kalkışmasında kendi milletinin emrinde olması gereken ‘sözüm ona’ hoca ve cemaatinin ‘altın nesil’ iddiasıyla yetiştirilenlerin, bir yerlerden düğmeye basılınca kimin nesli oluverdiklerini görmenin şaşkınlığını yaşadık günler geceler boyu… Dünyanın her yerinde her an olup bitenler bunun sağlaması olmaya fazlasıyla yetip artıyordu.
İnsanları işlerine ve eylemlerine göre değerlendirip tanımlamak lazımdı; çünkü her dinden, her milletten,her ideolojik topluluk içinde her meslekten her tınetten meşrepten insan çıkabiliyordu bütün zamanlarda ve mekânlarda. Kendini ne olarak pazarladığının, ne söylediğinin bir önemi olmuyordu insanların.Allah’a, insanlara ve cümle âleme karşı sorumluluk bilinci duyarak hareket edebiliyor mu, insanlara ait haklara riayet edebiliyor mu yahut eşyayı ait olmadığı yere koyarak ya da yanlış kullanarak zulme, israfa, taşkınlığa sebep oluyor mu? Ona bakmak yeterdi.
Ahlaki davranışın kaynağının Allah olduğunu unutmuştuk. Oysa bu gerçek ahlakı izafi yani göreceli bir davranış olmaktan çıkararak ahlakilik garantisi kazandırırdı. Şu ayet bu binanın üzerine oturacağı en sağlam temeldi:
“De ki: Size bir tek öğüdüm var: İster tek başınıza olun, ister başkalarıyla birlikte olun; asla Allah’ın huzurunda bulunduğunuzu unutmayın!” (Sebe’/46)
Selamların en güzeliyle…
H. Halim Kartal, 16 Aralık, 2020