Ben Seydişehir’in bir dağ köyü olan Oğlakçı Köyü doğumluyum. Yöremiz insanları yakın zamana kadar İzmir ve çevresindeki illere hamal olarak gider 3-4 ay süreyle oralarda çalışırlar ve çocuklarının nafakalarını sağlarlardı. Babam da ben henüz dört yaşlarında iken “çok fazla öksürdüğüm” gerekçesiyle ve “ciğerlerinden bir problem olabilir” diyerek hamallık yapmaya giderken beni de götürdü İzmir’e. Aklımın dünyaya yeni ermeye başladığı zamanı yaşıyordum...
Dedem o tarihlerde İzmir’de bir nakliyat firmasında gece bekçiliği yapıyordu. Babam beni muayene ettirdikten sonra babaannem ve dedemin yanına bıraktı. Biraz onların yanında biraz da babamın, Kestane Pazar Semtinde bulunan iş yerinin tek odalı mekânında babamla kalıyorduk. O mekân hem mutfak hem yatak odası hem de dinlenme odası olarak kullanılıyordu. Zamanla babamın yanına İzmir’de çalışan köylülerimiz de gelirlerdi. Onlarla birlikte 5-6 kişiyi ağırlardı o küçücük oda. O küçük odanın küçücük de bir penceresi vardı.
Daha sonra 1979 yılından 1991 yılına kadar görevim icabı İzmir’de yaşadım. Ne zaman çarşıya insem o küçücük pencereli tek odalı, alt katı babamın o tarihlerde çalıştığı patates ve kuru soğan satış mağazası olan binanın önüne mutlaka uğrardım. Artık patates soğan satışı yapılmıyordu o dükkânda. Orası bir avize dükkânı olarak hizmet veriyordu.
Dört yaşımda aylarca kaldığım o küçücük binanın önüne her uğrayışımda duygusal anlar yaşardım. Hemen karşısında Nazmi Usta diye bir köfteci vardı. Babam Nazmi Usta’ya tembih etmişti. Her gün öğleyin o dükkândan beş köfte yeme hakkım vardı. Bir gün babam benim bir hatamdan dolayı bana kızmış ve kısa pantolondan görünen bacaklarıma iki tokat atmıştı. Ben de babama kızgınlıkla o gün Nazmi Usta’dan tam on köfte yiyerek babamdan intikamımı almıştım. Babam İzmir anılarını bizlerle paylaşırken bu olayı hem de kahkahalar atarak mutlaka anlatır. Herkesin anne ve babasıyla birlikte sağlıklı uzun ömürler versin hem babama hem de anneme...
Yazım bitmek üzere ama ben asıl mevzuya henüz gelemedim daha. Benim de hayatımda çok önemli bir yeri olan İzmir ile ilgili bir mevzuu açılınca mutlaka bazı anekdotları aktarma ihtiyacı hissederim hep.
Benim İzmir’de bulunduğum o tarihlerde Kıbrıs Sorunu ülkemizle Yunanistan arasında şimdi olduğu gibi çok büyük bir sorundu. Aklım dünyaya erdikçe tarihi olayları daha iyi kavramaya başladım tabi. O tarihlerde Yunanistan’dan gelebilecek bir saldırıya karşı özellikle Ege Bölgemizde zaman zaman “karartma” denilen bir olağanüstü durum uygulanırmış.
Yukarıda bahsettiğim tek odalı ikametgâhımızın o küçücük penceresi, içeriden dışarıya ışık sızmaması için siyah bezlerle kapatılırdı. Bu o kadar önemliydi ki dışarıdan görülebilecek en ufak bir ışık sızıntısında kapınız askerler tarafından açılabilir ve size çok ağır cezalar verilebilirdi. Üstelik de yeni bir darbeden çıkmış ve bir başbakan iki bakanın asıldığı bir zamandı zaman... Yani demokrasinin işlemediği bir anı yaşıyordu Ülkemiz...
Ben dört yaşında bir çocuk olarak olanlara bir anlam veremiyordum tabi. Üstelik korkuyordum da büyüklerin konuşmalarından dolayı. Bu durumdan kaynaklı ve korku dolu sorularımı ise büyüklerim beni daha da korkutacak cevaplarla geçiştiriyorlardı.
Örnek olarak; “pencerenin niçin kapatıldığını, neden dışarılarda hiç ışık olmadığını?” sorardım. Zira “karartmadan mütevellit koskoca İzmir’de tabiri caiz ise serçe gözü kadar bile ışık gürünmüyordu. Bu durumun, benim ve benim yaştaki çocukların korkuyla karşılaması çok doğaldı. İşte bundan kaynaklanan sorularıma büyüklerim; “eğer dışarıya ışık çıkarsa, çocukların kafasına çivi çakacaklarmış” gibi daha da korkutucu cevaplar veriyorlardı. Benimle eğleniyorlardı anlayacağınız. Onlar benim psikolojimi nereden bilebileceklerdi ki? Bu olayı ömrüm boyunca hiç unutmadım. Altmış yaşındayım ve işte burada da bahsetme ihtiyacı içine girdim.
Şimdi dört yaşında ve o yaş civarında olan çocuklar, “2060 yıllarında bu evdekal tedbirlerini ve yapılan diğer bütün kısıtlamaları nasıl yorumlayacaklar?”, “şu anki psikolojilerini kendi çocuklarına nasıl bir ruh haliyle anlatacaklar?” diye bunları hiç düşünmüyoruz tabi...
“İçinde yaşadığımız ‘mikroplu günlerin’ muhasebesini, yaşları ilerledikçe hangi saiklere dayandırıp izah etmeye çalışacaklar?” bunu da bilemiyoruz. Zira, o zamana kadar bu virüs olayının sebepleri ortaya çıkar mı yoksa yeni icat edilen başka virüsler marifetiyle insanlık yaşamı tarihten mi silinir, bunu da bilemiyoruz.
Bildiğimiz tek şey var; bugün virüs denilen bir illet var, nasıl gelişmiş olduğuna bakmaksızın, ister “imalat işi” olsun isterse ‘yarasa’ yiyen Çinliler’den dünyaya yayılmış olsun, devletimizin ve bütün dünya insanlığının almış olduğu, tedbirlere harfiyen uymak...
Bütün insanlığın ve özelde de milletimizin, birlik ve beraberlik çerisinde bu illetten kurtuluş mücadelesi vermemiz gerektiği de kaçınılmaz bir gerçektir.
Allah yar ve yardımcımız olsun inşallah.