banner202

banner203

BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

banner176

Haber alma yahut haberleşme imkânlarımızda inanılmaz bir gelişme olmuştur. Ülkemizde ve dünyanın neresinde bir olay, bir durum, bir kıpırtı, bir hareketlenme meydana gelse anında bir ‘son dakika’ spotuyla düşüyor televizyonlara veya ceplerimizdeki cihazlara. Ardından kısa süreli mevzi yorum sağanakları yahut uğultular, uğultular…

        Bugün, neredeyse konuşmuş olmak için yapılan ve genellikle bu amaca matuf olduğu için doğal olarak sadra şifa olmayan konuşmalar için Yeni Şafak yazarlarından Gökhan Özcan, selam olsun, 20 Ocak tarihli yazısında isabetli bir benzetme yapmış:“Uğultu”…

        Günün sonunda gelip çattığımız yerde; görmeye, duymaya, anlamaya; aramaya, bulmaya, dokunmaya; sevgiye, merhamete, fedakârlığa değil de ben merkezli konfora, hep almaya ve kendinden olmayanları dışlamaya endeksli tuhaf bir felsefeyle, yoz bir kültürleyaşamayı benimsemiş, genelde hiçbir şeyden memnun olmayan insanlarla dolu bir âlemin içinde buluyoruz kendimizi.

        İşte böyle bir âlemde birbirimizle ilişki ve iletişim biçiminin evirildiği halin özeti olması bakımından ‘Uğultu’daki şu diyaloğu oldukça manidar bulduğumu belirtmeliyim.

        “Pardon, ne söylediğinizi duyamadım” dedi kalabalığın içinden biri. “Zaten duyulsun diye söylemedim!” dedi diğeri.”

        Kaldırımlardan kendi kendine konuşarak geçip giden insanlar görüyoruz. Kulaklarından boynuna inen belli belirsiz kablolar görülmese  ‘Yazık, kafayı yemiş!’ diyeceğiz neredeyse. Adam birisiyle konuşuyor oysa.

        Evet, konuşuyoruz hem de çok konuşuyoruz! Olmadı yazıyoruz. Lakin bu durum sağlıklı bir iletişim kurduğumuz anlamına gelmiyor işte. Konuşan ne diye konuşuyor, ne diyor, neye çağırıyor; dinleyen ne duyuyor, ne anlıyor, ne yapıyor? Bilen varsa beri gelsin. Böyle olunca geriye kalanın ne olduğu ‘Uğultu’da şöyle tasvir ediliyor:

        “Önümüzden bir otobüs dolusu hikâye geçiyor bazen; sadece otobüsü görebiliyoruz. Sözler, ki kimisi duyulmayı çok hak ediyor, havaya karışmış olarak etrafımızda öylece uçuşuyor; sadece kocaman bir uğultu duyuyoruz. Duygular içimizde birikiyor, kökleşiyor, derinliklerimize kadar uzanıyor ve orada sönüp gitmeyi bekliyor yıllarca. Gözlerinin içinden birilerini kendisine bakmaya çağırıyor insanlar; ne bu çağrıya uyan ne bu çağrıyı alan var. Şu tıklım tıklım dünyada kimsesizliği yaşayan milyarlarca insanız. Bir dünya dolusu hikâye birbirine hiç dokunmadan öylece dönüp duruyor uzay boşluğunda.”

        Gözlerimiz var; fakat bizgörmek istediğimizi görüyoruz. Kulaklarımız var; fakat duymak istediğimizi duyuyoruz. Dilimiz var; fakat biz hak ve hakikatten duruma ve şartlara göre işimize o an nasıl geliyorsa öyle beyanlarda bulunuyoruz. İşimize ve anlık çıkarlarımıza yaradığı kadar biliyor, aynı şekilde işimize yaradığı kadarını uygulamaya sokuyor yahut …mış gibi yapıyoruz.

        Uykuyla uyanıklık arası bir tavırla bakıyoruz sanki hayata; görüntülerde netlik yok… Her şey birbirine karışıp gitmiş sanki. Duyduklarımız için de durum pek farklı değil aslında. Bu nedenle kulağımıza bazı sesler geliyor; lakin içlerinde duyulmayı hak edenler olsa da dalga dalga devam edip gelen uğultular içinde kaybolup gidiyor.

        Bir an geliyor; rahmetli M. Akif’in dilinden “Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim!” diyen birinin canhıraş feryatlarını duyuyoruz. Onu dindirmek, bir deva bulabilmek için yollara düşüp, kıtalar dolaşarak çırpınışlarına dair görüntüler eşlik ediyor seslere.

        Hemen ardından “Sana ne!”, “Ne işimiz var!”, “Diktatör!” diyenlerin korosu bir kakafoniye dönüşerek anlaşılmaz hale getiriyor öncekileri.

        Bu arada yanımızda yöremizde ne mi oluyor? Olan belli: Kan akmaya, feryatlar yükselmeye, incir çekirdeğini doldurmaz sebeplerle eşler birbirine zulmetmeye, ezilen ve sömürülenler daha beter ezilmeye ve sömürülmeye devam ediyor.  

        Bu yaptığımızın adı tiyatro değil mi? Hâlbuki Rabbimiz yeryüzündeki görevimizin bu olmadığını buyuruyor şerefli elçileriyle gönderdiği ayetlerinde. Araf suresi 51. Ayet bunlardan biridir:

“Onlar ki dinlerini bir eğlence ve oyun yerine koydular ve dünya hayatı, kendilerini aldattı. Onlar, bu günleriyle karşılaşacaklarını nasıl unuttular ve ayetlerimizi bile bile nasıl inkâr ediyor idilerse, biz de bugün onları öyle unuturuz!”

Rabbimizin uyarısı apaçıktır, kesin ve nettir:

“Bir de ( şunu bilin ki) gökleri yeri ve bu ikisi arasında var olan hiçbir şeyi bir oyun, bir eğlence olarak yaratmadık.” Enbiya/16

‘Uğultu’nun finaliyle bitirelim:        

“Konuşmalarımız” dedi beyaz saçlı adam, “giderek birbirimizi gerçekten duymamızı engelleyen bir uğultuya dönüşüyor!”

        Selamların en güzeliyle…

        H. Halim Kartal22 Ocak 20

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.