Nasıl bir din algımız var, bu nasıl oluştu? Merak edip sorgulamanın tam sırasıdır bana göre.
“İlahi olan ‘biz’i, biz ‘ilahi olanı’ nasıl görüyoruz? O’nun biz insanlardan yapmamızı beklediklerini biz de O’ndan mı bekliyoruz? O’nun sonsuz kudret sahibi olduğunu vurgularken acaba beklentilerimizin gerçekleşmesini garanti altına alan bir garantici gibi mi davranıyoruz? Olup biten bunca olay karşısında Tanrı’nın sessiz kaldığını söylemek ne kadar makuldür? Ve de sebebi olduğumuz acıların sonuçlarından Allah’ı sorumlu tutmak ne kadar doğrudur?”
Bu soruları Prof. Şaban Ali Düzgün Dini Anlama Klavuzu adlı eserindeki ‘Acılarımız Ve Tanrı’nın Sessizliği’ başlıklı makalesinde soruyor.
“Ey Musa!” dediler, “Onlar orada bulundukça, biz asla oraya girmeyeceğiz. O halde sen ve Rabbin gidip savaşın, biz işte şuracıkta oturuyoruz!” (Maide 24) diyen mantıkla bugün tevarüs ettiğimiz din algımız arasında bir fark var mıdır? Biz de kapımıza gelen bir ihtiyaç sahibine “Haydi, Allah versin!” derken aynı şeyi söylemiş olmuyor muyuz? Nitekim Rabbimizin bu durumu, inkârda ısrar edenlerin zihin kodlarını: “Dilemesi halinde Allah’ın doyuracağı kimseyi şimdi biz mi doyuracağız?” ayetiyle beyan ettiğini bilmiyor muyuz?
Bakara suresinde birçok ayet nankörlüğü görünür kılan sahneler gibidir:
“Hani, "Ey Mûsâ! Biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız. O halde, bizim için Rabbine yalvar da, o bize yerden biten sebze, kabak, sarımsak, mercimek, soğan versin" demiştiniz. O da size, "İyi olanı düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise inin şehre! İstedikleriniz orada var" demişti. Böylece zillet ve yoksulluk onları kapladı. Onlar, Allah'ın gazabına uğradılar. Bunun sebebi, onların; Allah'ın ayetlerini inkâr ediyor, peygamberleri de haksız yere öldürüyor olmaları idi. Bütün bunların sebebi ise, isyan etmek ve aşırı gitmekte oluşlarıydı.” 2/61
Kur’an-ı Kerim’de insanoğlunun nankörlüğünü anlatan ayetlere dikkatli bir şekilde bakıldığında Allah’ın elçileri aracığıyla gönderdiği dine ve onun olmazsa olmaz saydığı temel kurallara inanma konusunda arızalı bir seyir izlediğini görüyoruz. Mesela işinde, ticaretinde yakın menfaatlerini tercih etmesi, ahde vefa göstermemesi, yalan söylemesi, hırsızlık yapması, adam öldürmesi, zinaya yaklaşması, güçsüzü ezmesi, yetimi itip kakması, hakkı olmayana şeylere zorbalıkla sahip olmaya kalkışması ve daha birçok yanlışlığı bu arızalı seyrin izleri bağlamında düşünebiliriz. Sayılan bütün yanlışlıkların temelinde de ‘uzak Allah tasavvuru’ yatmaktadır; zira önce kendine ve fıtratına yabancılaşan insan Allah’ın kendisine şah damarından daha yakın olduğunu bilincini muhafaza ederek yaşasa niye yanlış yapsın?
Rum suresinin 30. Ayeti dosdoğru dinin fıtrat olduğunu beyan eder:
“Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma yasasına (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” Süleyman Ateş meali
Dini Anlama Klavuzu’nda zaman zaman fıtratına yabancılaşarak bulundukları ortamları yaşanmaz hale getiren insanları bir yasa etrafında toplama göreviyle gönderilen elçiler ve temel misyonları örneklendirilir.
Onların örneklikleri insanca yaşanabilir bir dünyayı mamur etme sorumluluğundan hiç kimsenin muaf olmadığının iyice anlaşılması içindir.
“Fıtrata dönüş mekanizmasını harekete geçirerek yerelin rehin aldığı insan yaşamlarını kurtarma operasyonunun başında peygamberlerin olduğunu görürüz. Yasasızlığın kasıp kavurduğu toplumu bir yasa etrafında toplama gayretiyle Nuh; kendini fiziki dünyaya hapseden insana sorgulamalarıyla metafiziğin kapısını aralayan İbrahim; milletleri köleleştirip sömürenlere isyan bayrağını açan Musa; babasız dünyaya getirilmek suretiyle soyuyla sopuyla övünen ırkçı Yahudi kültüne büyük darbe vuran İsa; dört haram ay dışında insan öldürmeyi/savaşı/yağmayı/çapulu hayatın normaline dönüştüren Arap kültürünü, "Bir cana karşılık olmaksızın bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş- gibidir." diyerek mahkûm eden ve bu haramlığı on iki aya çıkaran Kur'an tebliğcisi Hz. Muhammed (as.), yerel kültür kodlarını çözüp daha evrensele doğru yol alanların öncüleri durumundadırlar.”
Ortak iyiye, güzele, doğruya, hakka ve hakikate talip olarak; hayatını inandığı değerlere şahit kılarak yaşama sorumluluğu verilmiştir Allah’ın kullarına. Bu bakımdan ‘Allah’ın kulları, Allah’ın kolları’ sözü ne kadar yerinde bir kullanımdır!
Her şey kişinin ne istediğini bilmesine ve onu ne kadar istediğine bağlı olarak tecelli ediyor, dua ediyorum diye oturduğu yerden hiç devinmeden paşa gönlünün istediği her şeyi Allah’ın bekleyenlere göre değil!
Selamların en güzeliyle…
H. Halim Kartal 19 Ağustos 19