banner202

banner203

BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

banner176

Kitle iletişim araçları özellikle de 24 saat yayın yapan televizyonlar veya internet aracılığıyla her gün, her saat üzerimize yağmur gibi bilgi yağıyor. Siyasi liderlerin mecliste yaptıkları grup konuşmaları, herhangi bir yerde gündeme dair verdikleri demeçler tekrar tekrar veriliyor kanallarda. Sonra konunun uzmanlarına yaptırılan değerlendirmeler… Konuşan herkes sözlerini bir bilgiye dayandırıyor. Öyle de olması lazım; ama kafalar neden karışık? Doğru nerede? Kime neye inanacağız?

 

            Enformasyon: Haber alma, haber verme, haberleşme anlamlarına geliyor. Enformatik sözcüğünün karşılığı ise “Bilişim”. Bilgi çağından bilişim çağına; bilgi toplumundan bilişim toplumuna geçeli çok oldu. İçinde yaşadığımız, şahit olduğumuz olayları doğru algılayıp yorumlamamız için, çağa yabancı kalmamamız için ekmek kadar, su kadar vazgeçilmez oldu enformasyon; ama ya yanlış bilgilendiriliyorsak!

 

            Bugün bilgi adına bilmediğimiz ne var? Diğer bir deyişle öğrenmek isteyip de ulaşamadığımız bir bilgi alanı düşünebiliyor musunuz? Düne göre bilgi bakımından eksiğimiz yok, fazlamız var. Sorun da burada ya! Birçok alanla ilgili nerede nasıl kullanılacağını bilmediğimiz, hazmedilmemiş birçok bilgiye sahibiz. Bunlar bir sisteme bağlı olarak öğrenilmediği gibi maalesef birçoğu doğruluğu kanıtlanmış bilgiler değil. İşte Nabi Avcı bu önemli sorunu “Enformatik Cehalet” adını verdiği kitabında ele almış enine boyuna.

 

            Şu soru ilginç: Zihnimiz öğreniyoruz zannederken bilgi dağarcığımıza yüklediğimiz işlenmemiş ham veri veya bilgi çöplüğüne mi dönüyor? Nabi Avcı adı geçen kitabında bilgilenirken kirlenmenin, kirlenirken cahil kalmanın risklerinden bahsediyor. Maalesef içselleştirilmemiş ve sorgulanmamış her bilgi marifetimizi artırmak yerine körleştirebilir diyor.

 

            Bilim ve Teknik dergisinde kitabın değeri şu sözlerle belirtilmiş: “Eser, günümüzde sözü çok edilen kitle kültürü, enformasyon toplumu ve iletişim devrimi gibi kavramları enine boyuna tartışıyor. Bu tartışmaların günlük hayatımıza nasıl yansıdığını örneklerle gösteriyor.”  

 

            Birçoğumuzun adını önce Küçük Ağa romanıyla tanıdığımız Tarık Buğra’nın, ilk basımı 1970 olan eser hakkındaki değerlendirmesi mükemmel doğrusu. Diyor ki: “Nabi Avcı’nın Enformatik Cehalet kitabını okuyanlar, en ileri, en uyanık ülkelerde bile düşünme gücünün nasıl esir alındığını, beynin nasıl ve hangi amaçlar için robotlaştırıldığını görecek, ortaya çıkan tablo ile derin derin düşünüp sarsılacaktır.”

 

Ünsal Erkan’ın, Enformatik Cehaletin Girdabında adlı makalesindeki tespiti de son derece manidar: Bilişim çağı, bilginin sınırsız ve kontrolsüz bir biçimde kullanımını getirdi. Bilgi akışındaki bu kontrolsüzlük ve sınırsızlık, toplumların eğitim sistemlerini, kitlelerin kontrolünü farklı mecralara soktu. Okullar artık bilginin katlanarak çoğaltılacağı ve kullanılacağı yapılar olmaktan çıkarak, bilgiye ulaşma yöntemlerinin verildiği ara istasyonlar konumuna geldi.Çünkü bilgi her yerdedir artık ve her zaman diliminde ulaşılabilecek bir tüketim metaı.”

 

Bir gerçekle karşı karşıyayız.

 

Hem her şeyi biliyoruz, hem hiçbir şeyi bilmiyoruz.

 

            Eskiden ilim ve irfan kelimeleri birlikte zikredilirdi. Şimdilerde irfan pek anılmıyor. İlim kadar ve belki ondan fazla ihtiyacımız var irfana.

 

            İlim irfan denilince Ömer Seyfettin’i anmamak olmaz. 

 

            Ömer Seyfettin’le ilgili meşhur hikâyeyi bilirsiniz.

            Reşat Nuri Güntekin, Anadolu Notları isimli gezi yazılarında, Ömer Seyfettin'in âlimler ve arifler arasındaki farka işaret ettiği yaşanmış bir olayı şöyle aktarır:

"Ömer, mekteplerden birinde edebiyat muallimiydi. Merhumu yakından tanımış olanlar pek iyi bilirler; bazen bir şeyi diline dolar, günlerce onu tekrar ederdi. O zaman da bir şey tutturmuştu: "İlim başka, irfan başka... Arif başka, âlim başka diyordu.

Derin bilgisi ve çok okumasıyla şöhret almış bir muallim arkadaşı bir gün Ömer'e takılmak istedi: "Ömer Bey, 'ilim başka irfan başka' diyorsunuz. Ben buna pek akıl erdiremiyorum. Lutfedin de bana bunu bir anlatın" dedi.

Ömer Seyfettin, "başkadır cancağızım dedi. Kızmazsanız bir misalle anlatayım. Mesela siz çok okumuşsunuz, âlimsiniz, fakat arif değilsiniz. Bizim serhademe  (başhademe) okumamıştır. Binaenaleyh âlim değildir, fakat ariftir" Muallim arkadaşı biraz bozuldu. Fakat Ömer darılacak bir insan olmadığı için renk vermedi. Herkesle beraber güldü, geçti.

Sekiz, on gün kadar sonraydı. Ömer bir gün muallimler odasına sevinçli bir havadisle girdi. 'Müjde', diyordu. 'Avusturya’dan iki yüz vagon şeker geliyormuş... Şeker dehşetli ucuzlayacak'  Ömer sık sık İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisine gidip geldiği için diğer bazı arkadaşlarla beraber âlim dediğimiz arkadaş da havadise inandı ve memnuniyet gösterdi.

Bir iki dakika sonra odaya giren serhademeye Ömer, aynı havadisi tekrar etti. Fakat o pek seviniyor gibi görünmedi, terbiyeli bir tavırla 'inanma beyim, yem borusudur bu. Avusturya şekeri bulsa kendisi yer' dedi. Ömer çocuk gibi ellerini çırparak zıplamağa başladı. Âlim arkadaşına; 'Yalan mı söylemişim cancağızım', dedi. 'Bak siz bütün ilminize rağmen bu havadise inandınız. Fakat o yutmadı. "

            Bugün hikâyedeki arif adamın dikkati o kadar gerekli hale geldi ki medya yoluyla bize ulaşan bilgileri uyanık bir kafayla elemeye tabi tutmazsak “Manda yuva yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış…” türküsündekinden daha saçma cümlelerle verilen haberlerle bile yanıltıp oyalayabilirler insanları.

 

            Selamların en güzeliyle…

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.