Şair milletinin, cevabı verilmemiş yahut kendilerine göre cevapları olsa da söylemek istediklerini daha etkili kılmak amacıyla, yani sanat gereği okuyucuyu düşündürmek için sordukları o kadar çok soru var ki…
Bunlardan aklıma nedense ilk gelen, nedense dediğime bakmayın nedeni aslında benim yaşıma gelenlere o kadar meçhul değil, Cahit Sıtkı Tarancı oluyor. Otuz Beş Yaş şiirinin bir yerinde şair, geçirdiği fiziksel değişimin inanılmaz derecede oluşunu anlatırken soruları art arda yağmur olur yağar adeta:
“Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altında mor halkalar…
Neden düşman görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?”
Muhasebe adlı şirinde milletçe yaşadığımız büyük değişimlerin muhasebesini yaparken toplumdaki gelir dağılımındaki çarpıklığı “Allah’ın on pulunu bekleyedursun on kul/ Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul” dizeleriyle hafızalarımıza kazıyan “Çile” şairi Necip Fazıl Kısakürek, Zindandan Mehmed’e Mektup’ta ‘olmazların zoru içinde’ki aklına gelen cevabı müşkül soruları şöyle sıralar:
“Bir alem ki gökler boru içinde
Akıl olmazların zoru içinde
Üst üste sorular soru içinde
Düşüm mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar tabut mu?”
Al bayrağı kız kardeşinin gelinliği gibi düşünen Arif Nihat Asya’nın Ağıt şiirindeki soruları milli değerlerimize yabancılaşanlar yüzünden hissedilen derin acıların izleri gibi gelir bana.
“Şu yakın suların
Kolu neden bükülmez
Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin
Benden doğar, bana dökülmez?”
Sadık Altınkaynak, cevabı müşkül sorulardan bunalmış gibidir.
“Kan tükürsem şerbet içtim diyorum
Ağlanacak hallere hep gülüyorum
Nice sorular var soru içinde
Hiç birine cevap bulamıyorum”
2012’de ‘Mihriban’ı öksüz bırakıp giden Abdürrahim Karakoç’un sorusu tam da rahmetlinin kişiliğini yansıtan bir hava taşır:
“ Sizin dağda ak güller, sarı güller açar mı?
Ormanda üveyikler şimşek gibi uçar mı?
Rahatça otursanız, yatsanız konaklarda
Zaman size bakmadan üstünüzden geçer mi?”
Üniversitede öğrenci olduğum 70’li yıllarda bazı mısralarını bir dönem gençlerin dilinden düşürmediği “Sana Bana Vatanıma ve Yurdumun İnsanlarına Dair” adlı uzun bir şiiriyle tanıdığım rahmetli Erdem Beyazıt’ın sorusu her imkansızlıklar içinde umutlu olmak gerektiğini mi söyler ne?
“ Artık beni parktaki ağaç bile anlamıyor
Siyah kedinizin kuyruğunda sallanan zaman
Bir zamanlar sevinçle giyindiğim
Ak bir güvercin kanadı gibi gururla giyindiğim
Temiz ve mavi giysim değil artık.
Yalnız imkansızlığı mi anlatır bir bulut
Yağmaya hazır bekliyorsa gökyüzünde”
Bu bahse şimdilik son noktayı koymasının uygun olacağını düşündüğüm şair Melih Coşkun. Coşkun’a göre önemli olan sorunun kendisi değil sorunun nasıl sorulacağıdır. Şair, soru ‘öyle sorulmalı ki soru cevap önemini yitirmeli’ derken kendisinden önceki tüm ezberleri bozmaya niyet etmiş oldukça kararlı biridir:
“ Öyle sorulmalı ki soru
Cevap önemini yitirmeli
Öyle dövüşmelisin ki kavganda
Yenilsen bile
Unutulmalı kazananı kavganın
Sen akılda kalmalısın...
Ve bu cümleler geldikçe aklına
Daha bir sert bakmalısın yüzüne kederin
Yırtıp çaresizliğin kağıttan duvarlarını
Yarına tırmanmalı
Yarına
Daha da yarına...
Öyle sorulmalı ki soru
Cevap kaybolmalı sorunun içinde.
Sevgisizlik kaybolmalı sevginin içinde...”
Sevgiyle, sağlıcakla kalın.
Selamların en güzeliyle…