banner202

banner203

BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

banner176

Barış Manço’nun; ne zaman dinlesek birçoğumuzu en az otuz kırk yıl öncelere götüren; başları dumanlı yüce dağları, kuşları, çiçekleri; emek vermeyi, özlemeyi ve bana göre ‘ölmemiş taraflarımızı’ hatırlatan güzelim şarkısı “Dağlar Dağlar” şarkısını yeniden dinlemek istedim bu sabah. Dinledim… Ne güzel söylemiş rahmetli!

 

        Bu şarkıdaki “Çiçeğimi kopardın sen…” sözleri ile yer yüzündeki maceramızı düşündüm. Habil ila Kabil’i düşündüm. Bir çiçeği koparmakla bir insanı öldürmek arasında bir fark olmasa gerek. Hele Barış Manço’nun söz konusu şarkısında dile getirdiği gibi emek emek büyütülen, büyütülürken solmasın diye üstüne tir tir titrenilen bir çiçekse koparılan,  umut umut büyütürken yaşama sevinci duyanlar üzerindeki etkileri sarsıcı olacaktır elbette.

 

        Tabiattan kopmak veya bir varlığı tabiatından koparmak…      

 

        Modernizm insanı tabiatından uzaklaştırdı mı, ne? Tabiatından uzaklaşırken kimden uzaklaştı acaba? Bir huzur ülkesinden, cennetten değil mi? Kopuşun temelleri çok eskilere dayanıyor. İnsanlık tarihi kadar eski tabiattan kopuş.

 

        Koptukça, koparmakta da bir beis görmez hale geldi zamanla. Koptukça daha çok kopardı. Sonra bunu yaşama biçimine dönüştürdü, yaşamının olmazsa olmazı haline getirdi koparmayı. Binlerce, on binlerce, milyonlarca kopardı; hayatmış, nebatmış umuruna takmadan.

 

        Kendinden, aslında adresini çok iyi bildiği mutluluk ülkesinden yani tabiatından yani fıtratından, fabrika ayarlarından kendi hür iradesiyle koptu; koptukça kopardı da eline ne geçti? Aslında kocaman bir hiç! Rabbimiz Asr suresinde belirtiyor: “Asr şahit olsun: Elbette insanoğlu tarifsiz bir kayıptadır.”

 

        Tarih tekerrür ediyor. İnsan tabiatından kopuyor, koparılıyor. Bir kaynaktan kopup uzaklaşan her varlık aynı zamanda bir başka merkeze yaklaşıyor demek. Mutlu olacağı özünden uzaklaştıkça, şeytanına yaklaşıyor. Şeytanın apaçık düşmanı olduğunu bile bile onun istediklerini yapmaya başlıyor. Kibire kapılıyor, kıskanıyor ve gözü öylesine dönüyor ki  Habil’i hayattan koparıyor. Sonrası daha kolay artık.

 

        İşte bunları düşündüm bu sabah. Tabiattan kopuşumuzun hikayesini.

Sokağa çıkıp, bizim sokağın gece gündüz homurtuları hiç dinmeyen İrfan Baştuğ caddesine bağlandığı köşedeki, gazete alanlardan çok İdda’cıların kupon yatırmak için uğradıkları büfeden bir gazete aldım. Haberlerin çoğu kopuş hikayelerinin artarak devam ettiğini gösteriyordu.

 

        Adam eski eşini, baldızını, çocuklarını öldürüp intihar etmiş.

        Bir Japon turist Nevşehir’de bıçaklanarak öldürülmüş.

        Yirmi iki yaşında bir genç bir şeyleri protesto etmek için katıldığı eylemlerde bir evin çatısından düşerek ölmüş.

        Suriye’deki çatışmalarda gene onlarca kişi öldürüldü. Yoğun şekilde bombalanan şehirlerden kaçanlar …

        Irak’ta bomba yüklü araçlarla yapılan saldırılar… şehirler kan gölü…

        Afganistan’da, Pakistan’da, Filipinler’de, Hindistan’da, Doğu Türkistan’da, Keşmir’de …. Dünyanın şurasında, burasında     öldürenler, öldürülenler… Bunca insan aslında, tabiatından kopanlarla kopardıkları değil mi?

 

        Aslından, tabiatından her kopuş huzursuzluğu, huzursuzluk kavgayı, kavgalar çatışmaları, çatışmalar zulümleri veya ölümleri, ölümler kitlesel boyutlara varan daha çok ölümleri doğurmuyor mu?

 

        Aç gözlü insan, öldürdüğü her varlıkla birlikte gerçekte huzurunu da  öldürdüğünü anlayabilecek mi bir gün?

 

        Heyhat!

 

        Yeryüzüne halife olarak gönderilen insan, sahibini, gönderiliş amacını, tabiatını yani fabrika ayarlarını unutur, bencillik ve hırsla kardeşini, insanlığı katleder de orada huzur barınabilir mi?

 

        Çaresi…

 

        Bana göre yeryüzünde kaybettiği huzuru arayan herkesin, mücadeleye bir şekilde katılması ve en büyük yatırımı insana yaparak, devam etmesini istediği soyunun; Allah’ın hudutlarını gösterdiği, razı olacağını söylediği bir tabiatta, kendi doğasında ve kendisiyle barışık bir hayatı yaşaması için elinden gelenin en fazlasını yapmalı. Eğitim programlarının en önemli meselesi insanı fabrika ayarlarında yaşatma ideali olmalı. Gerisi boş.

 

        Sorumluluklarımızın en büyüğü ve esasen en önemlisi seçimden de geçimden de önce insanın tabiatından kopmamasını sağlamak olmalı.

 

        Hele bir eğitim sistemi, eğitim ilkelerinin başına bunu koyamıyorsa onca yıl onca emek harcanarak yapılanın, insanı eğitmek olmayıp aksine fabrika ayarlarını bozmak, tertemiz doğasını kirletmek ve neticede tabiattan koparmak olacağı görülecektir maalesef.  

 

        Çiçekleri koparmayalım.

 

        Selamların en güzeliyle….  

 

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.