Tırmanış fotoğraflarımızı görenler, alakalı yazılarımızı okuyanlar soruyorlar: “Oralara araç çıkar mı?”. Bu soruya itiraz ediyorum. Yol yok, bel yok. Kardeşim oralarda tabana kuvvet gerek. Tırmanmak istiyorsan mutlaka yürümen gerekir.
Hafta sonu Devasa çam ağaçlarının olduğu bir alana araç ile gezideydik. Bölgeye hafta sonu için Antalya’dan, Bozkır’dan, Seydişehir’den, Konya ‘dan dan çok sayıda piknikçi gelmiş.
Muhteşem çam ağaçlarının içinde, bol oksijen ve kekik kokuları yayılan Suğla barajı ve yayla manzaralı bir piknik alanı da biz seçtik.
Saat ilerledikçe erken gelenler bölgeden ayrılmaya başladı. Hemen yakınımızdaki ailelerde ayrıldı. Ayrıldı ayrılmasına da hala dumanı tütüyordu piknik komşumun. Beyefendi yemiş içmiş tüm atıkları orada bıraktığı gibi bir de ateşi yanık bırakmış öyle gitmiş. Üç beş yüzyıllık çam ormanlarının içinde yaşanan bu olayı hangi sıfatla ifade edilir, sizlere bırakıyorum.
Anlamakta zorlanıyorum. Araçların ulaştığı her yer pislik, bin bir türlü şişe, tavuk ambalajı, poşet ve aklınıza gelebilecek her türlü tahribat. Çeşme başları ise mide bulandırıcı, Pisliği bir yana bir yudum su içmek için gelen hayvanlar o atılan poşetleri yiyip ölebiliyor.
Maalesef insanın ulaştığı, insan elinin değdiği her yer kirli. Her yer tahrip ediliyor. Dağlar böyle de şehirler nasıl? Şehir içinde bir nefes almak için oturduğun bankların önündeki kuru yemiş, çekirdek kabuklarını gören insanın midesi bulanıyor.
Bu halimizi şu Temel fıkrası nasıl da özetliyor:
“Temel ormanda ağaç kesiyormuş. O sırada çevreciler de ormanda yürüyüşe çıkmışlar. Temel’i bu vaziyette görünce bir güzel pataklamışlar…
Temel üstü başı perişan halde köye dönerken Dursun’a rastlamış,
Dursun:
- Ula Temel bu ne hal böyle, diye sormuş,
Temel de anlatmış:
- Ormanda ağaç keseydum, birden kalabaluk pir grup Doğan’ın yengesini bozmişum diye dövdü peni halbuki ne Doğan’ı taniyruuum, ne de yengesuni …”
Aynen öyle değil mi?
Ne çevreyi tanıyoruz, ne yaşadığımız şehri, ne de temizliğini.