banner202

banner203

BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

banner176

Dudaklarına yerleşen buruk bir tebessümle kim bilir kaç kez söylemişti bir hal hatır sorma anında gönlünü açtığı insanlara bu sözü. Söyleyişine bakılırsa dili de iyice alışmıştı bu dua talebine. Ya da bana öyle gelmişti. Çok acı çekmesine rağmen bunu belli etmemeye çalışanların mütevekkil halleri vardı yüzünde.

 

        Akşamüzeri bir markette karşılaşmıştık. Yalnızdı ve her zamanki gibi mütebessimdi. Eskiden sık olmasa da görüşürdük ailece. Yıllar var ki kopup gitmiştik bir yerlerden bir yerlere. Oysa aynı şehirdeydik. Daha çok böyle bir alışveriş merkezinde ne zaman karşılaşsak eşiyle birlikte olurdu.  Bu halini yadırgayan eşim, arkadaşa hanımın ismini zikrederek nerede olduğunu sordu. İşte o zaman yüreğimi burkuveren bu titrek cümle düşüverdi dilinden: Ağır bir ameliyat geçirdi; dua edin ne olur… Bunu söylerken o alışık olduğumuz beyefendi tavrında ve gülümseyen çehresinde en ufak bir değişiklik olmamıştı. İnsan gülerken de ağlayamaz mıydı? Görebildiğim tam da buydu. 

 

        Geçip gitti sonra küçük adımlarla. Rafların arasında kayboldu. O geçip gitti; ama içimiz bir tuhaf olmuştu, bir gariplik çöküvermişti üzerimize. Acı bir tesadüftü; ama ne hazin ki buna benzer tesadüflerle öğreniyordu insanlar birbirlerinin hallerini son zamanlarda. Aynı şehirde, aynı mahallede hatta aynı binada olmak, hanelerde neler yaşandığını bilmeye yetmiyordu artık. İnsanlar günümüzde olduğu kadar yalnız olmamıştı her halde böyle kalabalıklar içinde.

 

        Eve dönerken halk şiirimizin ustalarından Gevheri’nin şu mısraları geldi dilimin ucuna: ”Bir ateş düştü canıma/ Tüterim kimseler bilmez” Gevheri’nin söyledikleri gerçi devasız dertler gibi bir başka insanlık halini ifade ederken de titretiyordu gönül tellerimizi gerçekten.

 

        “Yanarım kimseler bilmez…”

       

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in bir zamanlar hayat damarları koparılmaya çalışılan bir toplumdaki toplumsal alabora oluşu “Bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu” şeklinde tanımladığı gibi bir uğraktayız sanki. İnsanların en kısa zaman diliminde en fazla kazanmasına odaklandığı öyle bir aleme daldık ki her an bir yerlere ateşlerin düştüğünü biliyoruz; biliyoruz da bize uğramadıkça da etkilerini hissedemiyoruz. Tabi ki aynı durum biz yanarken başkaları için de geçerli oluşuna takılmıyoruz  şimdilik .     

 

        Kimseni kimsenin yangınından, dumanından- külünden yanıp tüterken pek haberi olmuyor. Akıbetlerimizi  ya bir müezzinin salasıyla ya belediye hoparlörlerinden duyurulan cenaze ilanıyla öğrenmeye alıştık artık. Kısacık bir irkilme anında bir “Allah rahmet eylesin!” diyerek kaldığımız yerden devam edip gittiğimiz yollarda yeni meşgalelerimiz var ve her an eklenen yenileriyle arttıkça artan, giderek içine iyice hapsolduğumuz meşgale girdapları, değil bir komşudaki yangına bir damla su taşımamıza, ardımıza bakmamıza bile izin vermiyor.

 

        “Dua edin ne olur!” demişti dost bildiklerine sadece dua isteyebiliyordu onlardan günlerce, bitip tükenmek bilmeyen geceler boyu dinmeyen acılarına bir nebze derman olmasını umarak.

 

        Düşündüm:

 

        Dua neydi? Dua davası olmaktı insanın. Davamızdı duamız. İnsana saygı ve bu saygının gerektirdiği sorumluluk bilincine sahip olarak yürümekti Allah’ın arzında. Dava bir yetimi okşamak, bir fakiri sevindirmek, bir hastaya bir yudum su verebilmek, bir çaresize çare olabilmekti.

 

        Duayı Allah’ın yüceliği karşısında kulun aczini itiraf etmesi, sevgi ve tazim duyguları içinde Allah’ın lütfunu ve yardımını dilemesi diye öğretmişlerdi bize. Doğruydu, bunda yanlış bir şey yoktu; ama insanların dertlerini, dayanılmaz acılarını dindirmek için kılını bile kıpırdatmayanların duaları ne işe yarardı? İnsanların dertleriyle dertlenmeyenlerin, böyle bir davası olmayanların duası mı olurdu, olsa bile bunun bir önemi var mıydı?

 

        “Dua edin ne olur!” demişti arkadaş. Buna çok ihtiyacı vardı. Düşündüm, düşündüm ve utandım; çünkü dua istediği kişi isteyenin evinin kapısını bilmiyordu, çekilen ıstıraplardan haberi olmamıştı aylar hatta yıllarca. Bu kapıları defalarca çalmadıktan, kapıların ardındaki dertlilerle hem-dert olmadıktan; bir yaraya merhem, bir yaşlı göze mendil, bir yaralı gönüle teselli olmayı becermedikten sonra dua etsek ne olur, etmesek ne olurdu.

 

        Duanın davayla bir yakınlığı vardı; davası olmayanın duası da olmazdı.

       

Duası olmak davası olmaktı.

 

Dua, canlara düşen ateşleri can evinde duyabilmekti.

 

 

        Selamların en güzeliyle…

 

        Hacı Halim Kartal          27 Ocak 15

 

 

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.