15 Temmuz’un yıl dönümü yaklaşırken kanımızı donduran bir cinayet haberi ile irkildik. Haber, bültenlerde şu özet cümle ile yankılanmıştı: “Adapazarı’nda dokuz aylık hamile bir kadına iki erkek tarafından tecavüz edildi ve kadın bebeği ile birlikte hunharca katledildi.”
Haberin ayrıntılarında cinayeti işleyenlerin öldürdükleri masumların komşuları oldukları ve kadının Suriyeli eşiyle aynı iş yerinde çalıştıkları, kısa sürede yakalandıkları ve suçlarını itiraf ettikleri bilgisi de verilmişti.
Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde nerdeyse her gün kadın cinayetleri başta olmak üzere birçok haber yer alırdı; lakin bu gerçekten Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez’i ağlatacak kadar ürkütücü ve üzücüydü.
Dokuz aylık hamile anne ile on aylık çocuğun cenaze namazını Diyanet İşleri Başkanı kıldırmıştı. Bu elim olaydan çok etkilendiği belli olan Başkan’ın yürek burkan sözleri ve mesajları da vardı haberin devamında:
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, katledilen Suriyeli anne ve bebeğinin cenazesinde, "Bize ne oldu ki vicdanımıza ve merhametimize sığınan bebeğin katili olduk. Bunun üzerinde hep birlikte düşünmeliyiz." dedi.
Cenaze namazını kıldıran Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in gözyaşlarına hakim olamadığı görüldü. Anne ve bebeğinin cenazesi, Görmez'in kıldırdığı namazın ardından defnedilmek üzere İdlib'e gönderildi.
Önce bir baba sonra da Diyanet İşleri Başkanı olarak burada olduğunu vurgulayan Görmez, şunları kaydetti:
"Bir babanın hassasiyeti, bir babanın duygusallığı ne diyorsa benim sözüm odur. Bize ne oldu ki biz zalimlerin, zulmün yaraladığı mazlumun zalimi olduk. Bize ne oldu ki biz vicdanımıza ve merhametimize sığınan bebeğin katili olduk. Bunun üzerinde hep birlikte düşünmeliyiz. Buradan bütün insanlığa sesleniyorum, cenazesini kıldığımız 20 yaşındaki anne, 10 aylık bebek mi mülteci yoksa bizim vicdanımız mı mülteci? Onlar mı mülteci yoksa bizim merhametimiz mi mülteci? Bir hilalin gölgesine hepimiz sığındık, 10 aylık bebek mi sığmayacak bu tarih boyunca mazluma umut olmuş, bu güzel vatana, bu aziz vatana.”
“Buradan bu cenaze merasiminde ülkemizde yaşayan bütün vatandaşlarımıza, Ensar’a muhacir olmuş bütün kardeşlerimize sesleniyorum, aziz kardeşlerim ülkemizdeki misafirlere ve muhacirlere bakarken hiçbirimiz siyasi mülahazaların penceresinden bakmayalım. Hepimiz Rabbimizin göğsümüze yerleştirdiği vicdan penceresinden, merhamet penceresinden bakalım. Vicdan bizi birleştirmezse her şey bizi ayırır, merhamet bizi birleştirmezse her şey bizi parçalar. Biz tarih boyunca zalimin karşısında durmuş, zalimden korkmamış ama mazlumun ahından korkmuş bir milletin evlatlarıyız. Bunu hiçbir zaman unutmayalım."
İki gündür gazetelerde çıkan yorumlara bakıyorum. Bazı mihraklar tarafından bir nefret söylemi ile kitlelerin tahrik edildiğini ve bu kirli kampanyalar sonucu büyük yangınlar çıkarılmak istendiğini, amaçlarına da bir şekilde ulaştıklarını dile getirenler vardı. Suriye iç savaşının o ülkeyi yaşanılmaz hale getirdiği günlerden beri neredeyse beş altı yıldır Suriyeli mültecileri siyasi malzeme konusu yapanlar hükümetlerin yanlışlarını eleştirmek yerine “Ülkemizde Suriyeli istemiyoruz!” a varan bir yabancı karşıtlığını körüklemişlerdi. Avrupa ülkelerindeki Türk düşmanlığına Müslüman düşmanlığına benzer bir rüzgâr ülkemizde de Suriyelilere karşı estirilmek isteniyordu. Şu son elim olayda görüldüğü gibi netice de alıyorlardı nitekim.
Fatma Barbarosoğlu da 10 Temmuz günü Yeni Şafak’ta yayımlanan Kötünün/ Kötülüğün Destanı başlıklı yazısında cinayet haberlerinin medyamızda veriliş biçimini çocukluk yıllarımızdan hatırladığımız ‘destan’ tarzına benzeterek eleştiriyordu.
“Çocukluğumda, pazar yerlerinde boynuna teyp asıp dolaşan, teypten gelen sesin anlattığı hikâyenin matbu halini “destan” diye on kuruşa satan adamlar olurdu.
Bir babanın üç çocuğunu ekmek bıçağı ile doğradığını anlatırdı cızırtılı ses, hikayeyi duyar duymaz, neden neden diye yere çöküp ağlamaya başlardım. Manzara hiç değişmezdi. Ben oracıkta ağlarken bazıları on kuruş verip, tek yaprak teksir ile çoğaltılmış “destan”ı satın alırdı.”
…
Vahşet haberlerinin verilişinde sapıkların eylemleri hakkında çok bilgi verilmesinin insanların umutlarını tüketip ülkemizin yaşanılmayacak bir yer olduğu imajını yayma amacı taşıdığını belirten Barbarasoğlu Günümüzün modern medyasının da vahşetin destanını satan geçmiş zaman adamlarından farklı bir yöntem izlemediğini, nihayet suçu pazarlayan dilin gelişerek devam ettiğini söylüyor haklı olarak.
15 Temmuz’un yıl dönümüne yaklaşırken içimizdeki alçakların namuslarını emanet ettikleri halkına yaşattıkları zulmün yaralarından sızan kanlar daha kurumamışken, dokuz aylık hamile eşiyle on aylık evladını memleketi İdlib’de toprağa veren babanın: “Türkiye’ye namusumu korumak için gelmiştim, geri dönmek için bir sebebim kalmadı.” şeklindeki sözleri daha bir acı geldi. Balkanlardaki Sırp vahşeti gibi…
“…Şimdi içimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım!...” Araf 155
Bu toprakları vatan kılarken sonsuzluğa kanat açmış bütün şehitlerimize rahmet olsun.
Selamların en güzeliyle…
H. H. Kartal 11 Temmuz 17