İlkokul yıllarımda, uzak ellerde olan bazı yakınlarımdan çok rastlanan bir olay da değildi ama bayramlarda kart postallar gelirdi. Öyle güzel çizilmiş resimlerdi ki, insan seyretmeye doyamaz rastgele bir yerlere koyamaz defterlerin kitapların arasında saklardı onları.
Resimde ayrıca, yemyeşil otlaklarda yayılan kuzular, sarıçiçeklerde, mor sümbüllerde, bembeyaz papatyalarda, yemyeşil yoncalarda arılar kelebekler tasvir edilirdi… Uzaklarda yükselen, dorukları her mevsim karlı, yüksek, masmavi gökyüzü ile birleşmiş heybetli, bir o kadar cömert, mütevazı sıradağlar bulunurdu…
Yeşil çayırların ortasından, billur gibi suyu, gelinlik bir kız gibi süzülerek, kıvrım kıvrım akan dere, derenin yanı başında çitlerle çevrilmiş, kırmızı kiremitli, sarı badanalı, boyundan büyük bir dut ağacının altına gizlenmiş, insanın içini ferahlatan, sahip olmak için her şeyini vermeye değer bir huzur ve mutluluk yuvası bir ev tasvir edilirdi…
Resmin üzerine serpilmiş ışıl ışıl simler… Güneş, en parlak ışıklarını resmin en ücra köşelerine kadar uzatmış, uzatamadığı yerleri görmek istercesine yavaş yavaş ilerleyerek, oraların hakkını da vermek için can atarcasına bakardı gökyüzünden, Allah’ın lütfu, ömre bedel o güzel manzaraya…
Şehir işiydi bu resimlerin tasarımı… Resmi çizenler şehirlerde yaşar, onları basan, yayınlayan, uzak ellere gönderenler hep şehirlerde yaşayan insanlardı. Belki köyden gitmişlerdi şehirlere… Özlemlerini aktarıyorlardı böyle yapmakla… Belki o resimlerle köyde yaşayanlara; “o yerlerin kıymetini bilin, sakın ha şehirlere gelmeyin. Buralarda sevgiden eser yok. Buralarda gönüller çabuk paslanıyor. Buralar, maddenin esiri olmuş, her şeyi para zanneden bir anlayış hâkim… Komşunun komşudan haberi olmaz. İnsanlar öldüklerinde bile günlerce kalabilir öylece dört duvar arasında… Bizler bir hata yaptık, sakın ola ki sizler o hatayı yapmayın” mesajı vermek için tasarlanırlardı belki de…
Ne var ki, kartpostallarla verilen mesajlar tam yerini bulmamış olacak ki, yine devletimiz de yeterli imkânları ve önemi köylere değil de şehirlere vermiş olacak ki, hiçbir güç köylerden şehirlere olan nüfus akışını önleyemedi, kimselere söz dinletemedi.
Şehirdekiler, şimdilerde pişmanlıklarını gösterircesine, şehrin dışında bahçeler, tarlalar, topraklar aramakta, egzoz gazından, kömür tozundan uzak yerlerde biber, domates yetiştirip, çıplak ayaklarını toprakla buluşturma kaygısına düştüler.
Şehirdekiler köylere akın akın günü birlik geziler düzenlemekte, çocukluklarının geçtiği o yerlerdeki dağlarla, tepelerle, taşlarla, ağaçlarla hasbıhal etmek için onlarla buluşmaya, konuşmaya gitmekteler.
Ne yalan söyleyeyim ki, ben de köyüme gittiğim zaman; çocukluğumdan beri aynı yerinde duran, sanki benim gözümde hiç büyümemiş meşe ağaçları, yosun tutmuş, üzerindeki kaklıktan eğilip su içtiğim kocaman taşlar, baharın coşkusunu benimle buluşma coşkusuna dönüştüren dereler, boynuzu kırık öküzle, kır tosunun çektiği karasabanla, işleyip, elle tohum saçtığım, orakla ekinini biçtiğim tarlalar hep benimle konuşmak için yüzüme gülümsüyorlar. “Bizleri neden yalnız bırakıp da uzaklara gittiniz?” dercesine sitemkârlar hepsi…
Şimdi nisan coşkusunu yaşayan köyümün dağları, üzerinde kuzulardan oğlaklardan eser bulunmayan düzlükler, çayırlıklar, yıllar yılı eşekle çektiğimiz sapları, ekinleri üzerine yığdığımız, düvenle erittiğimiz, yüreğine kocaman yığınları, tınazları sığdıran harmanlar, her ailenin yedişer, sekizer çocuğunu büyütmek her birini ev bucak sahibi yapmak için ekilip diktiğimiz, taşlık kıraç tarlalar, bire kırk vermese de bizleri aç bırakmayan bahçeler, boz topraklar, kara topraklar şimdi terk edilmişliğin hüznünü yaşıyorlar…
Bilmem ki yaptığımız vefasızlığı affedecekler mi?
Gitsek bizleri yine bağırlarına basacaklarından eminiz ama geri dönüp gelmeye, ne cesaretimiz, ne mecalimiz ne de imkânımız var…
Hayallerimiz çocukluğumuzda kaldı.
Kartpostallar gibi güzel köşelerin de, dağların, düzlüklerin de hep yalnızlığıyla baş başa şimdi.
Ne yapabilirim ki, yazın başka, kışın başka güzel, baharın ayrı güzün ayrı güzel.
Şu iki dörtlüğü şimdilik armağan edeyim de aramızdaki buzların çözülmesine fayda olur belki..
Dört Mevsim
Güze mi, dört mevsimin hangisine yanayım?
Hüznümü gizleyip de, böyle nasıl durayım?
Ömrümün her anında hepsinden eser varken,
Sukut edip öylece hayaller mi kurayım?
Baharım ömre ömür, gönlüme ılık rüzgâr...
Yazım yakar sevdamı, duysana maral, ey yar!
Kışım sardı bedeni, sızlanan bu ihtiyar
Gençliğim geçti gitti, dizlerime vurayım.
Tayyar Yıldırım