İnsan hayatındaki evreler de mevsimlere benzetilir hep. Bebeklik, çocukluk ve gençlik yılları insanın baharı, orta yaşlardaki evresi yazı, orta yaşın son evreleri sonbaharı ve nihayetinde yaşlılık dönemi de kışı çağrıştırır hep.
Çiçeklerin rengârenk, ağaç dallarından ve diğer bütün nebatatın gözeneklerinden patlayıp tabiatı bir resim gibi süslediği zamanlar yani bahar mevsimi, insanoğlunun da en sevimli, yüreğinin en temiz, beyninde kötü düşüncelerin henüz oluşmadığı, fizik olarak da en güçlü, üretkenlikte en verimli olduğu çağıyla eşleştirilir mütemadiyen.
Ardından gelen yaz mevsimi, çiçeklerin artık meyveye durmaya başladığı, tüm nebatatın tabiata sunduğu bütün ürünlerini en güzel şekilde hazırladığı, büyütüp beslediği, güzelleştirdiği bir zaman dilimini temsil ediyor. Sıcaklığın damarlara kadar işlediği ve diğer bütün yaratılmışların insanoğluna sunacakları ürünlerini özene bezene hazırladığı bir mevsimdir yaz mevsimi…
Ve nihayetinde üçüncü evre yani sonbahar, bir diğer adıyla güz yani hüznün hâkim olmaya başladığı zamanlarda bünyesinde bulunan tüm nebatatın, ürettikleri her şeyi insanoğluna sunma, ona hizmeti en güzel şekilde verme ve en faydalı taraflarını gösterme döneminin başladığı bir dönem olarak çıkıyor karşımıza… Bu dönem, bütün nebatatın vazifelerini en güzel bir şekilde ifa ettiği, her yönüyle olgunlaştığı ve bu güzellikleri sunarken iyiden iyiye yorulduğu bir dönemdir de…
Üzerinde taşıdığı tüm ağırlıkları silkelediği, meyvelerinden, yapraklarından arındığı ve gelecek döneme hazır olabilmek için istirahate çekildiği kış dönemi başlayıveriyor aniden. Üzerine çekilen bembeyaz bir yorgan misali, fırtınalı, karlı, zorlu bir dinlenme döneminin ardından yeni doğumlara, gençliklere, olgunluklara hazırlanmak için uzunca bir süre dinlenmek gerek…
İnsanoğlu da öyle değil midir? Ele avuca sığmadığı, sürekli olarak tabiatın ve diğer çalışma ortamlarının içinde günlük meşakkatler sebebiyle oradan oraya koşuşturduğu, tabiatın ve diğer unsurların kendisi için hazırladığı ürünleri, nimetleri kendi payına düştüğü nispette sahiplenmek, kendisi dışında sorumlu olduğu kimseler için de gerektiği kadar depolamak maksadıyla yorucu bir dönemin ardından artık mecalinin tükenmeye başladığını hissettiğinde köşesine çekilip kendisini dinlemeye almıyor mu?
Ne var ki, insanoğlunun hayat evrelerinin sonuncusu sayılan kıştan sonra bir geri dönüşü olmuyor da, tabiat her kışın sonunda yeniden baharlara, yazlara, güzlere ve tekrar kışlara yelken açmaya devam edebiliyor.
Dedim ya “Güz(ün) Mevsimi “aslında bir “Hüzün Mevsimidir.” Baharda, yazda bin bir meşakkatlerle besleyip büyüttüğü, tatlandırdığı ürünlerini, ihtiyaç sahiplerine sunma, o ürünlerden ayrılma onlarla vedalaşma, ayrılma mevsimidir.
Belki de “hüznün” gerçek anlamı bu ayrılıklardır.
Bu duygularla EYLÜL isimli şiirimi sizlerle paylaşmak istedim.
Eylül
Bu kaçıncısıdır beni ağlatan?
Dönüp de ardına bakmıyor Eylül.
Sellere karışır gözde yaşlarım
İnsafsız, bir damla dökmüyor Eylül.
Her sene kalbimi yorar, sızlatır,
On bir ay bekletir yazmaz bir satır.
Ne ferman dinliyor ne de bir hatır
Ne yapsam boynunu bükmüyor Eylül.
Bağrına basar hep hüzün mevsimi,
Şiirlere verir güzel ismini,
“Bir hatıram olsun” deyip resmini
Yalvarsam da boşa, çekmiyor Eylül.
Bu kibirli bakış hoş gelir sanma!
Ardında Ekim var kış gelir sanma!
Ağlamayacağım, yaş gelir sanma!
Gizliyorum içimde, akmıyor Eylül.
Altmışımda neysen oydun üçümde,
Yine geleceksin aynı biçimde,
Yaptıkların var ya, durur içimde
Söküp atacağım, çıkmıyor Eylül.
Senli hatıralar yıllara sığmaz.
Bulutlar darıldı, göklere ağmaz.
Sen gittin ya artık, yağmur da yağmaz
Şimşekler bile sensiz çakmıyor Eylül.