Şahsen hayata hep iyimser gözle bakan bir yapıya sahibim. Ilımlı bir yapım olduğu da söylenir. Genel olarak, insanların hatalarını suratlarına “şapadanak” söyleyen bir alışkanlığım da yok. Birçok arkadaşımdan; “herkese hak ettiği dilden konuşmalı, yoksa seni kullanmaya, işleri bitinceye kadar seninle dostluk yapma gibi bir alışkanlığı sürdürmeye devam ederler ki, bu da sürekli olarak senin zararına bir durumu ortaya koyar”, diyerek adeta nasihatte de bulunduklarını da sıklıkla işitmişimdir. Ama ben yine de insanları kırmadan sorunları çözebilme tarafındayım. Yöntemim yanlış da olabilir, “doğru” şeklinde tavizsiz bir iddianın da sahibi değilim ama yapım bu…
Yani çok fazla eleştiri yapan, her şeyden hoşnutsuz bir kişiliğe sahip değilim. Güzelliklerin de var olduğunu, çirkinliklerden ziyade güzellikleri görmeyi ve göstermeyi yeğ tutan bir tercihin yanlısıyım. Bu durumum asla ve asla “yanlışları kabul ediyor olduğum” anlamına gelmez elbette. Gerektiğinde yanlışları usulü dairesinde yapanlara iletmeyi de bilirim.
Genelde benim pozisyonumda olanlar için “muhafazakâr” söylemi dile getirilir hep.
Muhafazakârlık, Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre; “tutucu; mevcut toplumsal düzeni, düşünceleri ve kurumları değiştirmeden olduğu gibi korumak isteyen (kimse), muhafazakâr, konservatör” şeklinde tanımlanmış.
Benim alışkanlıklarım ya da benim gibi olan birçok insanın durumu “muhafazakârlık” söylemi ile bir yerde uyumlu olabilir ancak, şahsi durumum asla ve kati surette, muhafazakârlığın tanımında olduğu gibi “tutucu” ve “kurumların ve düşüncelerin değişmemesi” üzerine oturtulamaz, inşa edilemez. Hatta bazen “biat kültürü insanı” olmakla da suçlandığım ya da benim pozisyonuma yakın olanların bu suçlama ile karşılaştıkları da bir vakıadır.
“Biat” ifadesi de Türk Dil Kurumu Sözlüğünde şöyle tanımlanmış. “Bir kimsenin egemenliğini tanıma...” Mesela “Osmanlı’da padişah öldükten sonra, tahta geçecek oğlunun, devlet yönetimindeki etkili gruplarca kabul edilip onaylanması” da “biat” olarak tanımlanmış ve değerlendirilmiş...
Yine benim şahsi durumum ve benim gibi olanların “biat” kelimesi ile itham edilmesi de havada kalan bir itham olarak görülüyor.
Kendisini “ilerici”, “değişimci” olarak tanımlayan öyle arkadaşlar tanıyorum ki, onları, yıllar önce tanıdığım pozisyonlarından bir gram bile ileri gidememiş, değişime uğramamış halde görüyorum hala… Ne kendisi tarafından ne de savunduğu düşünceler sayesinde en azından günlük hayatımızda kullanabileceğimiz, ondan fayda görebileceğimiz bir yeniliğe, bir icada, imza atmış olduklarına da şahitlik etmedim hiç. Bırakalım kendisini, peşinden sürüklendiği grupların da bir başarısını, bir eserini, bir icadını görmüş değilim şu yaşıma kadar…
Hatta hatta, otuz yıl önce onları nerede bırakmışsam, hangi cümleleri kurarken yanlarından ayrılmışsam, hala o cümleleri tamamlamaya çalışan ve noktasını bir türlü koyamamış, ogün kimin arkasından gidiyorlarsa hala onun peşindeler ve başarı kriterleri sadece düşüncelerinde kalan tanıdıklar biliyorum. Şimdi ben de soruyorum tabi, “onlar mı muhafazakârlar yoksa ben mi?”, “onlar mı biat tanımına uyuyorlar yoksa ben mi?” Şahsımı ve şahsım gibi olanları; “olduğu yerde duran” olarak niteleyenlerin, kendilerinin böyle olmadıklarını ispatlayan katkılarını, ürettiklerini sergiye çıkarmalarını ve herkesin istifadesine sunmalarını öneriyor ve bekliyorum.
Burada şahsımla ilgili bir portre çizmiş gibi anlaşılmasın sakın… Ben, bir düşünceyi, günümüzde oldukça yoğun bir şekilde tartışılan “dönüşüm”, “değişim” v.b. tabirlerin şahsım üzerinde meydana getirdiği etkilerle ve şahsıma da yöneltilen sorular ve suçlamalar üzerinden açıklamaya ve bu suçlamaların yersiz ve yanlış olduğunu “birinci tekil şahsı” üzerinden dilimin döndüğünce anlatmaya, aktarmaya çalışıyorum.
Elbette sorgulayan, hesap soran, mevcut ile yetinmeye rıza göstermeyen, sürekli olarak yeni şeyler isteyen, hak ve özgürlükler konusunda daha fazla talepte bulunan, bunları kazanabilmek için gerektiğinde eylemlere başvuran, mevcut iktidarları daha aktif olmaya ve çalışmaya zorlayan dinamiklere ve toplumsal güçlere ihtiyaç duyulabilir, duyulmalıdır da… Ama “öncelikle kendileri yeni bir şeylere imza atmayı da denemeliler ve hatta bunu başarmalılar” diye düşünmekten de kendimi alamıyorum..
Ancak, böyle bazı aşırı grupların da diğer insanların huzurunu bozmaya, onların hak ve özgürlüklerine kast edecek şekilde yönetmeye ve yönlendirmeye odaklanmış ve her durum ve şartta anarşiye, teröre başvuran eğilimlerin, bu dinamikleri, kendilerinin ya da dış mihrakların arzu ve istekleri doğrultusunda memleketimizin huzuruna kast etmek için kullanmış olmalarını da tarihi süreç içerisinde çok sıkça gördük, bu olaylardan etkilendik hep birlikte…
Özetlersek eğer, kendisini “ilerici”, “değişimci” ve “protest” ruhlu insanlar olarak tanımlayanların; topluma, sisteme, düzene kısaca devlete karşı olan yıkıcı eylemlerde çok daha fazla yer aldıklarına şahitlik ediyoruz. Biatsa onların yaptıklarının adı nedir acaba? Zira toplumsal olayları gerçekleştirmek adına o olayları yapacak gruplar olmalı ve o grupların bireyleri bulunmalı. O gruplar ve bireyler de sabah uyanınca kendiliklerinden karar almazlar ve mutlaka bir yönlendiriciden emir alır ve o emre uyarlar. Kendilerin de “biat” yoksa eğer, onlar da verilen emirlere uymasınlar o zaman…
Bir de, toplumu yönlendirmek için emsaller üzerinde epeyce kafa yorulur. Genellikle “kötü emsaller emsal olarak” beyinlere kazınmaya çalışılır. Hâlbuki “kötü emsal emsal olmaz” şeklinde bir atasözümüz de edebiyatımızda yerini almıştır. Hep kötü emsaller üzerinden örneklerle toplumsal algıyı negatif değerler üzerinde toplamaya çalışırlar.
Bir takım nahoş hadiseleri “bu ülkede yaşanmaz” şeklinde özetleyerek menfi propagandalarına mevzu ederler ki, günün yirmi dört saatinde her noktada bu tür hadiseler oluyormuşçasına insanları yönlendirmeye gayret ederler.
Hâlbuki iyilikler ve iyiler o kadar fazladır ki, insanların beynine beynine sokulmaya çalışılan bir takım kötülükler ve kötü insanlar yüzünden, bu fazlalıkları göremiyor ve bu güzelliklerin tadına doya doya varamıyoruz.
“Bardağın boş tarafını” görüp eksikliklerimizi gidermeye gayret ederken, “bardağın dolu tarafından” da bakarak, çalışmalarımıza, faaliyetlerimize oradan şevk ve güç almayı ihmal ediyoruz.
Sonuç olarak diyorum ki; birileri, bizlerin çalışkanlıklarının, gayretlerinin, üretkenliklerinin önüne sürekli olarak engeller koymaya, setler çekemeye, paçamızdan çekiştirmeye devam ediyorlar. Elbette onların da vazifeleri budur ama biz de onların varlığının hep farkında olarak, kendi çabalarımıza da ara vermeden çalışmaya devam edeceğiz. Hepimiz kendi çapımızda ülkemize, toplumumuza katkıda bulunma gayretimizi zinde tutmaya çalışacağız.
Yoksa tembelliğe alışmış toplumların hallerini hepimiz canlı canlı izliyoruz ve akıbetlerini de biliyoruz.