Elindeki meşe değneğini taşlara vura vura ilerliyordu, önündeki keçi ve koyun sürüsünün ardından… Yaşı on üç-on dört ya vardı ya yoktu… Sırtındaki azık torbasının alt ucu neredeyse yere değecekti. Pantolonun paçaları dizlerin altına denk geliyordu. Düşmesin diye kalınca bir yün iple belinden sıkı sıkıya bağlamıştı. Pantolonunu biraz da yukarıya doğru çekmiş olmalı ki, bacaklarının yarısı çıplak bir vaziyetteydi.
Önündeki davar sürüsü, toprakta ne bulduysa yiyerek ve yavaş yavaş ilerliyordu, çıngırak sesleriyle birlikte… Ardında Çocuk Çoban’dan başka kendileriyle ilgilenen iki tane de çoban köpeği vardı. Köpekler davarın peşini hiç bırakmıyorlardı. Beni görünce biraz huysuzlaşmışlardı ve ara sıra dönüp bize doğru havlıyorlardı ama Çocuk Çoban benimle ilgilenmeye başlayınca zarar gelmeyeceğini anlamış olmalılar ki davarın peşinde yürümeye devam ettiler.
Saçları birbirine karışmış, yüzünde güneş yanığı lekeler ve ellerinde de daha çocuk yaşında oluşmaya başlayan nasırlar, ayağında da lastik bir ayakkabısı vardı Çocuk Çoban’ın... Başka çocukların ayakkabılarıyla karışmasın diye her bir tekinin kenarlarına parmak ucu kadar mavi boya sürülmüş. Ayrıca ayak bilek kemiklerini kesmesin diye o kısma gelen bölümler de bıçakla kesilerek yarım ay şeklinde oyulmuş.
-Adın ne senin?
Biraz çekingen bir tavırla ve aşağıdan yukarıya doğru bir bakış atarak,
- Salih, dedi.
-Salih merhaba, nasılsın?
-Gördüğün gibiyim işte, davar güderin” dedi kendine has şivesiyle…
-Bu davarın hepsi senin mi?
-Bizim tabi, kimin olsun? Bizden başka davarı olan yok ki köyde. Eskiden onlarca sürü olurmuş dağlarda. Babam öyle anlatır hep. Ama şimdi sadece bizim var.
-Bu kadar davarı tek başına mı güdüyorsun?
-Evet, niye şaşırdın ağabey? Bizim işimiz bu.
Benim samimiyetimi de hissedince yavaş yavaş açılmıştı Salih.
-Korkmuyor musun dağlarda? Kurdu var, kuşu var, yılanı, çıyanı..?
-Niye korkayım ki, onlar benden korksunlar.
-Sabah evden çıkıyorsun, akşama kadar dağlarda davarın peşindesin. Neler yapıyorsun başka?
-Kitap okuyorum, defterime yazılar yazıyorum, hikâye yazıyorum. Aklıma ne gelirse yazıyorum işte…
-Hikâye mi yazıyorsun? Aklına ne geliyor ki Salih?
-Mesela ben dağlarda davarın peşindeyken, şehirlerdeki çocukların neler yaptığını hayal ediyorum. Öğlen olunca bir büyük kayanın üzerine çıkıp torbamı sırtımdan indirip azığımdaki yiyecekleri önüme koyduğumda, soğanı taşla kırıp, lor çıkınını açıp, ekmeğin arasına döküp sıkma yapıp yiyeceğimde, o şehirdeki çocuklar geliyor aklıma. Bir keresinde televizyondan görmüştüm. Annesi onun sevdiği yemekleri yapmamış diye, evi terk edip gitmişti. Onları falan yazıyorum işte…
-Ne kadar yazdın şimdiye kadar?
Salih, torbasından defterini çıkarıp uzattı bana. Kalınca bir defterdi. Uçları geriye doğru kıvrım kıvrım olmuştu. Defteri karıştırırken, neredeyse sayfalarının her tarafının dolu olduğunu gördüm. Normal bölümleri dolmuş, sonra ters çevirip kenar boşluklarına dikine yazmaya başlamış yazılarını.
Rastgele bir sayfasını okurken zaten deminden beri boğazıma düğümlenen şeyin iyice kördüğüm olduğunu hissettim.
“Anacığım, senin azık torbama koyduğun o kuru soğanın tadını başka hiçbir yiyecekte bulamıyordum. Senin ellerinin kokusu siniyordu yaptığın ekmeklere. Ellerinin kokusunu katık yapıyordum anam. Şu an öğle yemeğimi yerken, dün akşam televizyonda anasına; “bana neden iyi yemekler yapmadın?” diyerek kapıyı çarpıp giden o çocukgeldi aklıma.
Anam söyler misin bana neden böyle bu insanlar? Kimisi kuru soğana razı olurken, kimisi neden hiçbir şeyle doymayıp daha fazlasını istiyorlar?
Anacığım, senin sevgin miydi acaba beni doyuran? Benim her şeyden mutluluk duymamı sağlayan? Anam sen yaşasaydın da keşke, keşke ben hiçbir şey yiyip içmeseydim…”
Çocuk benim o sayfayı okuyor olduğumu anlayınca, ani bir hareketle defteri elimden kapıp, “abey davar epeyce aralandı, gitmem lazım” diyerek elindeki meşe sopasını taşlara vura vura uzaklaştı oradan.
“Salih! Salih!” diye ardından bağıracak oldum ama boğazımdaki kördüğüm, sesimin çıkmasına mani oldu.
Çöktüm kaldım olduğum yere.
Şimdi o defterin peşindeyim.