Aynen şarkıdaki gibi ‘geçen günlere yazık’ edilmiş bir gidişat bizimkisi. Her anı olmasa da büyük kısmı öğrenilmiş çaresizliklerle dolu, örselenmiş, heder edilmiş ömürlerden geriye kalan ne varsa işte: Acılar, pişmanlıklar, özlemler, kederler, hayal kırıklıkları, ardı arkası kesilmeyen ‘keşke’lere eşlik eden ah vahlar…
Cahit Sıtkı Tarancı’da bu ahvalin terennümü ‘Gençlik Böyledir İşte’ şiirinde derin bir ah ile dile gelir:
“Ah o kadrini bilmediğim günler,
Koklamadan attığım gül demeti,
Suyunu sebil ettiğim o çeşme,
Eserken yelken açmadığım rüzgâr
Gel gör ki, sular batıya meyleder,
Ağaçta bülbülün sesi değişti,
Gölgeler yerleşiyor pencereme;
Çağınız başlıyor ey hâtıralar.”
Bir dönem karşılaştıkça hal hatır faslından sonra “Ne yapıyorsun?” deyu sual eden dostlara “Öldürülmüş zamanlarının katili olarak ömür tüketen kim varsa onlar gibi dolaşıp duruyoruz. Bir çeşit gönüllü ve uzatmalı mahkûmiyet durumu yaşadığımız hayat. Hükmü imzaladıktan sonra kalemi kıran ağır ceza reisi de kendimizden başkası değil!” derdim.
Öldürülmüş zamanlarının katili, katiller!
Ahvalimizi katil benzetmesiyle anlatmaya çalıştığım o dönemlerde bir günde televizyonlar karşısında geçirdiğimiz süre dört- beş saatten aşağı düşmüyordu. Bir kahvede oyuncu veya seyirci olarak beş-altı saat az bile geliyordu ki kahve dışında da muhabbeti sürdürülüyordu. O zamanlar bırakın interneti, akıllı telefonları birçok evde sabit telefon bile yoktu.
Şimdi de soruyorlar ne yaptığımı; ancak cevaplarımda katilmiş, hükümmüş, mahkûmmuş, neymiş; içinde bunun gibi kelimelerin bulunduğu cümleleri kurduğum pek olmuyor. Nedeni gayet basit: Her şeye alıştığı gibi tamamen kendini yazdığı rolüne de alışıyor insan.
Allah’ın her günü sabah namazının ardından işine başlamayı alışkanlık haline getiren birinin temposuyla bir günde neler yapılabileceğinin hesabını yapmadık; ama her yılbaşında milli piyangonun vereceği büyük ikramiye ile kaç ev, kaç araba, kaç altın, bilmem nerelerde kaç tatil ve daha kaç bilme ne alınabileceğine dair ne hesaplar dinledik!
Vaktiyle köyümüzden Konya’ya göçüp işini orada kuran bir aile reisi sabah namazdan sonra bir davası nedeniyle o sıralar Beyşehir’e mutlaka uğramamız gereken yoldan Seydişehir’e gelir, davasını takip eder, Konya’ya döner; bakar ki eşi henüz uyanmamış.
Bu hikâye ne zaman anlatılsa sabah namazıyla öğle arasına sıkıştırılan işle aynı sürede yaşanan atalet arasındaki tezada hikâye kişilerinin özelliklerini bildiğimiz için gülümsemeden edemezdik. Şimdi kısalan mesafeleri, kaymak gibi yolları, yolları bir solukta içen nakil vasıtalarını, istenirse canlı yayınla sağlanan iletişimi vb. imkânlarını göz önünde bulundurarak bir günde neler yapabileceğimizin hesabını yapabilecek miyiz?
İmkânlarımız evet, inanılmaz bir hızla arttı; lakin bunların ne kadarını hangi derde deva, hangi sadra şifa olsun diye kullanabildik?
Kendimiz, milletimiz ve memleketimiz için insanlık için ürettiğimiz bir değer var mı?
Neredeyiz, kimle-r-le, ne yapıyoruz?
“Bilgi çağının bilgelik, iletişim teknolojilerinin muhabbet getirmediği aşikâr insanlığa; peki ne içindi bütün bunlar?”
Gelişigüzel Sorular’da Gökhan Özcan sormuş belki bizi kendimize getirir umuduyla baştan sona birbirinden sarsıcı bu ve buna benzer soruları 25 Şubat tarihli Yeni Şafak’taki köşesinde. Şu soru da samimiyet testimiz gibi:
“Aslına ermeyi hiç kafamıza takmadığımız meselelerin füruatı konusunda itişip kakışmayı neden bu kadar seviyoruz?
İşlerimizde sorumluluk bilincinden ne kadar uzaklaştığımızın resmine bakar mısınız?
“Giydiğimiz kıyafetlerin birbirine uyumlu olmasına hepimiz iyi kötü dikkat ediyoruz artık; ya yaptıklarımızın insan olmakla uyumlu olmasına?
Geçen günlere yazık etmemizin en önemli nedeni bana göre yazarın birçok sorunun cevabını barındıran şu sorusunda saklı:
“Neden sormuyoruz hiç kendimize; dillerimizin tasdik ettiği şeyleri ikrar etmekte kalplerimiz neden bu kadar isteksiz davranıyor?
Yoksa bunca sorumsuzluk sevgisizlikten mi? Şarkı orayı gösteriyor:
“Geçen günlere yazık yazık etmişsin gönül sen
Öyle ise hiç sevmemiş sevilmemişsin gönül sen”
Selamların en güzeliyle…
H. Halim Kartal
26 Şubat, 19