Elimizdeki bilgilere göre kahve 16. yüzyılın ortalarına doğru İstanbul’a geldi. Şehirdeki ilk kahvehanelerden ikisi 1554-5’te Tahtakale’de Şamlı Şems ve Halepli Hakem adlı iki kişi tarafından açıldı. Bu yeni içecek ve mekan, halkın oldukça ilgisini çekti ve şehirde kahvehanelerin sayısı hızla artmaya başladı.
Kahvehaneler ilk kamusal mekanlardan
Yeni bir sosyalleşme mekanı olarak kahvehanelerin hızla yaygınlaşması ve rağbet görmesi sarayı ve siyasi seçkinleri rahatsız etmeye başladı. Zira Osmanlı tarihinde belki de ilk defa sıradan insanlar, yani tebaa, kahvehanelerde bir araya gelerek sohbetin yansıra, siyaset hakkında da konuşmaya, yorum yapmaya ve hatta bazı şeyleri eleştirmeye başlamıştı. Bu görülmüş bir şey değildi. Halkın kimi paşaların yolsuzlukları, bazı siyasetçilerin hatalı uygulamaları ve bazı vezirlerin tayini -ki burada bizzat “padişahımız efendimiz” eleştiri oklarına muhatap oluyordu- hakkında “ileri geri” konuşması, yani “devlet sohbeti” yapması kesinlikle kabul edilemezdi.
Kahve fikri tartışma ve görüş alışverişi ortamlarının içeceği oldu ve özellikle başlangıçta farklı sosyal konumlardan insanları bir araya getirip kaynaştırarak kahvehanelerin yarattığı kamusal alanı yönetici seçkinler için daha tehlikeli hale getirdi.
Gazetelerin yaygın olmadığı bir devirde, “fısıltı gazetesi” çok etkili oluyor ve tıpkı bugünkü sosyal medya gibi) güçlü bir kamuoyu oluşturuyordu. Böylece kahvehaneler ilk kamusal mekanlardan biri olarak serpilmeye başlarken aynı zamanda iktidarın gazabını da üzerine çekiyordu. Kahvehaneleri tamamen yasaklayamayacağını anlayan sultanlar ise ibret-i alem için ara sıra bazı kahvehaneleri kapatarak halka ders vermeye ve durumu kontrol etmeye çalıştılar.
Kahve için fetva verildi
Ne var ki, iktidar tek başına bu işin altından kalkamıyordu ve kahveye karşı ulemanın da desteğine ihtiyaç vardı. Ulema ve medrese sınıfından bazı insanlar yardıma koşmakta gecikmedi ve kahve ve kahvehaneler aleyhine konuşmaya başladı. Onlara göre, “meyhaneye gitmek bile kahvehaneye gitmekten daha iyi” idi. Kahvehanelerde işsiz-güçsüz ve ayaktakımından insanlar bütün gün oturuyor, dedikodu ve gıybet yapıyor ve “asılsız söylentiler” çıkararak fitne ve fesada yol açıyorlardı. Hatta kahvehane müdavimlerini eleştirecek pek bir nokta bulamayan birtakım ulema, namaz vakti geldiğinde kahvehaneden camiye giden birçok kişinin namazın sünnetini kılmadan sadece farzı kılarak camiden çıkıp kahvehaneye koşturduğunu söyleyerek şikayet ediyordu.
Dahası, meşhur Şeyhülislam Ebussuud Efendi kahvenin haram olduğuna dair bir fetva bile verdi. Bu kesinlikle bir siyasi fetvaydı. Hanefi fıkhında yanık bir yiyeceği yemek haram olduğu ve kahve taneleri de siyah renk alana kadar kavrulduğu, yani yakıldığı için, kahve haramdı. O zamanki gerekçe böyle idi. Ancak Şeyhülislam daha sonra bu fetvasından döndü.
Yeniçeriler ve kahve
Halkın sahip çıktığı kahve ve kahvehaneler ile ulema destekli devlet arasındaki kavgada halk tarafında önemli bir güç vardı ve devleti asıl korkutan da oydu: Yeniçeriler. Aslen sultanın seçkin askerleri ve “kulları” olan Yeniçeriler uzun süredir hiç de öyle davranmıyordu. Artık Avrupa’daki savaşlarda hiç etkili olamasalar da hala İstanbul’da istediklerini yaptıracak güçleri vardı. Beğenmezlerse, kendi başkomutanları olan ve padişahın tayin ettiği Yeniçeri Ağası’nı görevden aldırıyorlar veya öldürüp yerine kendi istedikleri birisini getirtiyorlardı. Bazı sadrazam ve vezirlere de aynısını yapıyorlardı. Hatta onlara göre çok aykırı giderse, “şeriat isterük” diye isyan edip bazen padişahı bile öldürüp hanedandan bir başka kişiyi tahta oturtuyorlardı. Ayrıca, yeni ve modern bir ordu kurulmasına karşı çıkıyor ve bu yoldaki çabaları baltalıyorlardı.
Kahve ile ilişkilerine gelince, şehirde çok sayıda görkemli ve büyük Yeniçeri kahvehanesi vardı. Bu kahvehaneler Yeniçerilerin buluşup sosyalleştiği, olaylar ve gelişmeler hakkında haber aldıkları ve sosyal ve siyasi durumu konuştukları ve değerlendirdikleri mekanlardı. Yeniçeriler çoğunlukla Bektaşi tarikatına mensup oldukları için, kahvehane onlar için aynı zamanda bir tekke idi. Orada Bektaşi edebiyat ve tarikatından şiirler, nefesler ve ilahiler dinleniyor, Bektaşi ayin ve ritüelleri icra ediliyor ve saz çalınıyordu.
Zamanla bu kahvehanelerden bazıları silahlı ve başıbozuk Yeniçerilerin mafyavari faaliyetlerinin de merkezi olmaya başladı. Artık bazı Yeniçeriler halkı soyuyor ve taciz ediyorlar, adam kaçırıyorlar, halktan ve esnaftan haraç alıyorlar, vermeyenin evini ve dükkanını yakıyorlar, kısacası zorbalık ve zulümle şehir içinde hüküm sürüyorlardı. Halkın taleplerini destekleyip saraya ilettikleri için eskiden halk tarafından tutulan Yeniçeriler artık insanlar için bir korku, zorbalık ve nefret kaynağıydı. Yeniçeri kahvehanelerinin bir başka özelliği ise zaman zaman bazı isyanların buralarda planlanıp başlatılmasıydı.
Yeniçerilerin iflah ve ıslah olmayacağını ve de onlar var oldukça modern bir ordu kuramayacağını gören saray kararını verdi ve planını yaptı. Yozlaşan ve kanun tanımayan Yeniçeri Ocağı kendi sonunu getirmişti. Yeniçerilerin Aksaray’da bulunan ve Yeni Odalar diye adlandırılan ana kışlası 1826 Haziran’ının ortasında bir gece dört bir yandan top ateşine tutuldu ve darmadağın edildi. İçerideki Yeniçerilerin kimi top ateşi altında, kimi de çıkan yangında öldü. Kaçmaya çalışanların çoğu da öldürüldü. Artık Yeniçeri Ocağı tarihe karışmıştı. Ocak ile birlikte Yeniçeri kahvehanelerinin hemen hepsi ve bazı kahvehaneler de yıkıldı. Artık kahve ve kahvehane devlet kontrolü altındaydı. Hatta halkın nabzını tutmak için bazı jurnalciler de bu mekanlarda vakit geçiriyor ve edindiği bilgileri saraya iletiyorlardı. Kahvehane artık her kesimden erkeğin vakit geçirdiği bir mekan olarak yoluna devam edecekti.
Londra’da kahve ve kahvehane
Türk kahvesi, kendi memleketinde çeşitli problemlerle karşılaşırken, gittiği Avrupa’da da başlangıçta hiç hoş karşılanmadı. İlginçtir ki, oradaki kahve karşıtlığı da bazen kendisine bir tür dini dil seçti. 20. yüzyılda bazı milliyetçi tavırlarla karşılaşmadan çok daha önceleri, Türk kahvesi Avrupa’da genelde “öteki”nin içeceği olarak görüldü ve bir tür “Hristiyan” muhalefetiyle karşılaştı.
1869 gibi geç bir tarihte bile, Mark Twain Türk kahvesi için “Bugüne kadar dudaklarımın arasından geçen gayri-Hristiyan içeceklerden en kötüsü” diyordu. Ünlü yazar burada gayri-Hristiyan ifadesiyle Hristiyan olmayan bir kültüre ait bir içeceği kastediyordu.
Kahve Hristiyan Avrupa’ya ilk girdiğinde, büyük kuşkuyla karşılandı, zira Hristiyanların asırlarca kendileriyle savaşta olduğu Müslüman kafirlerin içeceği sayılıyordu. Hatta bazı insanlar bu koyu renkli egzotik içeceği “Şeytan’ın içeceği” veya “İblis’in içeceği” olarak adlandırıyordu. Bu nedenle, kahvenin İngiliz içecek kültürüne dahil edilmesi hiç kolay olmadı. İngilizler yeni bir Türk adetine hiç de sempatiyle yaklaşmayacaktı. Zira o devirde Osmanlı güçleri “Deccal’in güçlerinin bir aracı” olarak görülüyordu.
Avrupa’nın büyük bir kısmında kahvenin İslam’la özdeşleştirilmesi çok uzun bir süre devam etti. Örneğin, hem Türk kahvesi hem de Kur’an tercümesi Britanya’ya aynı dönemde girdi. Yaygın olarak kabul edilen rivayetlere göre, İngiltere’deki ilk kahvehane 1650’de Oxford’da Jacob adlı bir Yahudi tarafından açıldı. Londra’nın ilk kahvehanesi ise 1652’de Pasqua Roseé adında bir Yunan tarafından açıldı. Kuran’ın İngilizceye bilinen en eski tercümesini ise Kral 1. Charles’ın özel rahibi Alexander Ross 1649’da yaptı. Bu yüzden, “Müslüman” bir içecek olan kahve ile Kuran’ın hemen hemen aynı yıllarda Britanya’ya girişi bazılarınca ülkenin bir İslamlaşma tehdidiyle karşılaşması biçiminde algılandı. Kahvehanelerin gördüğü rağbetten dolayı kendi satışlarında düşüş gören birahane sahipleri gibi bazı insanlara göre, “Muhammed tanesi” (kahve çekirdeği) İngilizliği tehdit ediyordu: Kahve “cinsel arzuyu azaltıyordu veya artırıyordu, Müslüman olmayı teşvik ediyordu ve hatta onun İslam’ı milli bir din yapmaya yönelik 1650’lerdeki bir Cumhuriyetçi komplonun bir parçası olduğu söyleniyordu”.
Alman edebiyatında Türk kahvesi
Alman edebiyatında da ilginç bir örneğe rastlıyoruz. Barok devrinin Alman besteci ve müzisyeni Johann Sebastian Bach’ın (1685–1750) muhtemelen 1732 ile 1735 arasında bestelediği Kaffeekantate (Kahve Kantatı) adlı bir eseri mevcut. Eserden anlaşılıyor ki, 18. yüzyıl Almanyası’nda kahve içmek kötü bir alışkanlık olarak görülüyordu. Benzeri bir şekilde, bir süre sonra yine Almanya’da Karl Gottlieb Hering (1766-1853) çocuklar için yazdığı Kahve Şarkısı'nda (Kaffeelied veya Der Kaffee-Kanon) insanları (ve çocukları) bu “Türk İçeceği”ne (Türkentrank) karşı uyarıyordu. Ona göre “Türk İçeceği” çocuklara zararlıydı, çünkü sinirleri zayıflatıyor ve içenin benzini soldurup hasta yapıyordu. Şarkının son satırı bir uyarıyla bitiyordu: “Onu bırakamayan bir Müslüman gibi olma.”
Avrupa’da kahve uzun süre “Türk içeceği” addedildi
Böylece Avrupa’da kahve uzun süre bir Türk ve Müslüman içeceği sayıldı. Britanya’da kahve çekirdeği sık sık "Türk tanesi", "Arap tanesi" veya bazen "Muhammed tanesi" olarak adlandırıldı. Kahveye bazen “Türk kaçak” gibi başka bazı atıflar da yapıldığına rastlıyoruz. Britanya’da Türk kahvesi üzerindeki tartışma epey sürdü. 1674’te Londralı bir kadın topluluğu Kadınların Kahve Karşıtı Dilekçesi’ni (The Women's Petition Against Coffee, 1674) yayımlayarak kocalarının kahvehanelerde çok fazla vakit geçirdiklerinden ve de evlerini ve eşlerini ihmal ettiklerinden yakındılar. Bu dilekçede de iktidarsızlık yaptığı ileri sürülen ve adına “kahve denilen bu nevzuhur ve berbat kafir içkisi”nin “kafir” karakterine denk geliyoruz. Fakat, her nasıl oluyorsa, “bu çirkin Türk cazibesi gözle görülemeyen bazı etkilerle hem zenginleri hem de fakirleri kendine cezbediyordu.”
Erkeklerin kadınların dilekçesine verdiği polemik cevap (The Mens Answer to the Womens Petition, 1674) bu “zararsız ve şifalı içki”yi, yani “masum kahve”yi savunuyordu.” Erkekler de Türkiye’den bahsediyor: Bu “bütün Türkiye’de yaygın [olan] içecek”i “Şeytan’ın kutsal suyu” olarak anmaktalar, ki bu ifade kahve içilmesine karşı olanların kullandığı “Şeytan’ın içeceği” sözüne açık bir atıftır. Erkeklere göre, başka yararlarının yanında, kahve insanları “ayık” tutuyordu ve de “kahvehane yurttaşların akademisi” idi. Bu sonuncu tasvir o dönemde kahvehaneler hakkındaki yaygın bir algıyı yansıtmaktadır. Kahvehanelere bazen “peni üniversiteleri” deniyordu. Zira bir erkek bir peni ücret ödeyerek bir fincan kahve alabiliyordu ve kahvehanede çeşitli konularda süren tartışmalara katılabiliyordu. Böylece, ilgi alanlarına göre, dostlarından ve yabancılardan birçok konuda bilgi edinebiliyordu.
İstanbul ve başka şehirlerde olduğu gibi, Britanya’da da kahvehanelerin siyasî etkisi yöneticiler için önemli bir problemdi. Osmanlı topraklarındaki yaygın resmi suçlama olan “fitne”yi hatırlatırcasına, Britanya’daki kahvehaneler de siyasî yıkıcılıkla özdeşleştiler. 29 Aralık 1675’te Kral Charles Londra’da bastırdığı Kahvehanelerin Kapatılmasına Dair Duyuru’da şöyle der: “Son yıllarda kahvehanelerin çoğu… çok kötü ve tehlikeli etkiler bıraktı… Bu dükkanlarda ve içinde toplananların katılımıyla, Haşmetlinin hükümetini karalayan ve ülkede barış ve huzuru bozan çeşitli asılsız, art niyetli ve rezilce söylenti ve haberler uydurulmakta ve dışarıda yayılmaktadır.” Ne var ki, tıpkı İstanbul’da olduğu gibi, kahvehanelerin resmen kapatılması kahve severlerin güçlü tepkisi ve isyanı sayesinde kısa sürede başarısızlığa uğradı.
Kahve ve kahvehaneler Britanya’da ve Avrupa’da yayılmayı sürdürdü. Hatta bir zamanlar kahveye karşı ileri sürülen “dini” tezlerden bazıları artık kahveyi savunan başka tür “dini” tezlere yerini bırakmaya başladı: “İronik bir dönüşle, Birleşik Devletler ve Avrupa’da içkiyle savaş dernekleri meyhanelerin alkolizmine panzehir olarak kahve ve kahvehaneleri teşvik ettiler.” Bir Hristiyan kafesindeki levhada şöyle bir ifade vardı: “Kahvehane–Tanrı’nın evi; Meyhane-Şeytan’ın kadehi”.
O halde kahve nasıl oldu da zamanla “erdemli” oldu? Kahve, alkolün tersine, bedeni uyarırken zihni açıyordu. Kahve, içenleri uyanık tutarken, alkol ise onları kasvetli ve uyuşuk yapıyordu. Kahve keskin bir zihne ve heyecanlı fikri tartışmalara katkıda bulunurken, sürekli alkol tüketimi ise şiddet riskini beraberinde getiriyordu. Kısacası, kahve insanı sarhoş etmeyip tam tersine ayık ve canlı tutuyordu. Sonuçta, belki de kahvenin bir “sosyal içecek” olarak fonksiyonu ile ayık tutucu etkisinin bir araya gelmesi onu tartışmalı kıldı. Böylece, kahve fikri tartışma ve görüş alışverişi ortamlarının içeceği oldu ve özellikle başlangıçta farklı sosyal konumlardan insanları bir araya getirip kaynaştırarak kahvehanelerin yarattığı kamusal alanı yönetici seçkinler için daha tehlikeli hale getirdi.
[1] Çaksu, A. (2019). “Bir Siyasî İçecek Olarak Türk Kahvesi”, Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi (SEFAD), 41. Bu makalenin İngilizce aslı için bkz. Çaksu, A. (2018). “Turkish Coffee as a Political Drink from the Early Modern Period to Today”, From Kebab to Ćevapčići: Foodways in (Post-)Ottoman Europe, ed. Arkadiusz Blaszczyk ve Stefan Rohdewald, Wiesbaden: Harrassowitz.