İkisinin de ortak noktası tanımamak.
Şimdi rahmetle andığımız latif arkadaşlarımdan biri yanında yöresinde kartal, şahin, doğan, bülbül gibi kuş isimlerinden birinin söylendiğini ne vakit duysa, kimin söylediğine aldırmadan kendi soyadına atıfla “Ben serçeden başka kuş tanımam arkadaş!” diyerekitiraz ederdi.
***
Kibir mi, vefasızlık mı hastalık mı? Bilmiyoruz. Ama bir şeyi biliyoruz:
Artık ‘tanımamak’ salgın gibi ilerliyor, yayılıyor dense yeridir.
-Tanımıyorum, tanımam!
Kimse kimseyi tanımıyor yahut kimse kimi veya neyi neden tanıması gerektiğini de ne yazık ki tanımıyor, bilmiyor.
Sorumluluk almayı gerektirecek zahmetli bir iştir tanımak. Azıcık zahmeti bile asla tahammül edemeyeceğimiz büyük bir külfet görüp öyle yaşamayı iliklerimize kadar içselleştirdik.
Şiirimiz, al bayrağımızı ‘kız kardeşinin gelinliği’ bilen A.N. Asya’dan.
Arif Nihat Asya merhum, Mustafa Yıldızdoğan’ın bestelediği ‘Tanımadı’ şiirinde, kendimizi post-modern kültürle gelen rüzgârların kucağına bırakışımızdan sonra bu inanılmaz hız ve hazın verdiği sarhoşlukla kendimize ait birçok şeye, artık onları tanımayacak kadar yabancı hale geldiğimizi anlatmıştır acı acı:
Türküm müjdeydi ülkeye
Gezdim söyleye söyleye
Bir gün söylemedim diye
Türküm beni tanımadı
Onlar bacım, onlar ağam
Onlardır sevincim tasam
Ahmet’im, Mehmet'im, Suna’m
Güllü’m beni tanımadı
Elimde doğmuş kuzular
Bir gün benden soğudular
Sordum ne oldunuz ne var
Sürüm beni tanımadı
Daha dün sözleştik şurda
Düğün hazırladım Yurda
Eller beni tanıdı da
Sözlüm beni tanımadı
Yine sizinleyim dedim
Nasılsam öyleyim dedim
Çıkıp ta söyleyim dedim
Kürsüm beni tanımadı
Hırpalanmak ne kelime
Didik didik lime lime
Götürülürken ölüme
Ölüm beni tanımadı”
Hikâyemiz de eserlerinden çoğunu Cumhuriyet döneminde kaleme almış ünlü yazarlarımızdan Reşat Nuri Güntekin’e ait. Bugün Batı’dan esen rüzgârlara kapılarımızı sonuna kadar açışımızla kapıldığımız yoz kültürün bizi getirip bıraktığı kıyıları göstermesi bakımından son derece manidar.
***
Tanınmayan Adam
“Çocuk yüzükoyun halının üstüne yatmıştı. Önünde bir haftalık mecmua vardı. Ablası sordu:
– Ne okuyorsun Can?
– Bir şey okumuyorum. Bilmece hallediyorum. Beş lira mükâfatı var.
– Ne imiş o bakayım?
– On dört tane tanınmış adam resmi. Bunların kim olduklarını bilecekmişiz.
– Kaç tanesini bildin?
– Üç tanesini. Pehlivan Çoban Mehmet, MarlenDitrep, Arsen Lüpen…
Abla gülmeğe başladı:
– Arsen Lüpen sahici adam değil, roman kahramanı.
Can şaşırdı.
– Arsen Lüpen yok mu? Ben onun kaç tane resmini gördüm.
– Yok ya… Onlar romancının, ressamın uydurmaları…
– Peki, o kurnazlıkları kim yapıyor?
– Hiç kimse…
– Yazık.
Can’ın gözleri mahzunlaşmıştı. Arsen Lüpen’in sahiden yaşamamasına bir akrabası ölmüş gibi üzülüyordu.
– Hem daha sen pek küçüksün Can. On yaşına yeni bastın. Bu meşhur adamları tanımak için insan hiç olmazsa yirmi yaşına gelmiş, lise tahsilini bitirmiş olmalı. O da yetmez ya… Gel beraber çalışalım. Becerirsek beş lirayı paylaşırız.
– Olur abla…
İki kardeş yarım saatten fazla uğraştılar. Nafile. Tanınan büyüklerin sayısı bir türlü sekizden yukarı çıkamıyordu.
Can:
– Bu kadarını göndersek acaba mükâfatın yarısını verirler mi?
Kız, Can’ın yanağına bir fiske vurarak güldü:
– Aptal, hiç öyle şey olur mu?
– Şimdi bu kadar çalıştığımız boşa mı gidecek?
Ablanın gözleri birdenbire parlamıştı.
– Aklıma bir şey geliyor, dedi. Yukarıda ağabeyimin misafirleri var. Hepsi iyi tahsil görmüş, koca koca gençler. Galiba bir tanesi de Avrupa’da okumuş. Bunlar zamanın büyüklerini mutlaka tanırlar. Mükâfatı kazandık Can…
Çocuklar ellerinde resimli mecmua ile salona girdikleri zaman misafirler o günkü meraklı maçlardan bahsediyorlardı. Fakat küçük Jano’yu hepsi severdi. (Can’ı ailenin yakınları Jano diye çağırırlardı. Bu, gerçi adları kısaltma kaidesine aykırı olarak Can’dan daha uzundu ama kulağa hoş geliyordu.)
Misafirler Jano’yu öpüp sevdikten sonra onun hatırı için üç beş dakika ciddi münakaşalarını bırakmağa razı oldular ve masanın etrafına toplanarak resimleri tetkike başladılar.
Çocuklar sekizden yukarıya çıkamamakta haklıydılar. Müsabaka pek çoluk çocuk işi bir şey değildi. Buradaki meşhurları tanımak için yirminci asrı inceden inceye tanımış olmak lâzımdı.
Fakat misafir bayanlar, baylar ateş gibiydiler maşallah. Resimleri bir bakışta tanıyorlardı:
– Eski şampiyon Karpantiye.
– Rejisör Sesil B. L. Mil
– Lindberg’in çocuğunu çalan Hauptman.
Amiral Balbo.
Moris Şövalye’nin meşhur Bebe Lero’yu…
Yalnız bunların arasında kara sakallı, uzun kabarık saçlı bir adam vardı ki çehresi kimseye bir şey söylemiyordu. O da bilinse seri tamam olacak. Mükâfat kazanılacaktı.
Fakat bütün bu okuyup yazmış insanlar bir türlü onu bulup çıkaramıyorlardı.
Mecmua ya okuyucularına bir azizlik etmek, ya bilmeceyi bilinmez bir şekle sokarak mükâfat parasının üstüne oturmak istemiş olacaktı.
Bayanlardan biri derin bir düşünceden sonra:
– Buldum galiba, karılarını yakan meşhur mavi sakal Landru olacak.
Fakat bir başkası derhâl itiraz etti.
– Yanılıyorsunuz. Landru’yu tanırım. Daha zayıftır. Saçları hafifçe dökülmüştür. Sivri ve hassas bir burnu, sakallarının arasında yalnız öpmek ve ısırmak için yaratılmış zannedilen acayip bir ağzı vardı. Nerede onun esrar, zehir ve ateş dolu gözleri, nerede bu? Bu çehre için kendini göz göre göre ocakta yaktıracak babayiğit kadın nerede?
Misafirler haykıra bağıra gülüşmeğe başladılar.
Kahkahalar salonun bir köşesinde kendi kendine uyuklayan bunak amcayı uykusundan uyandırmıştı.
O bir şey anlamadan gülenlere bakıyor:
– Ne var, ne oldu? Bana da söyleyin, diyordu.
Bunak amcaya bu davayı anlatmak, deveye hendek atlatmak demekti.
Gençlerden biri:
– Ortada on dört resim var, dedi. On üçünün kim olduğunu bildik, on dördüncüyü bilemiyoruz.
– Bana da bir kere gösterin bakayım. Belki tanırım.
Misafirler tekrar makaraları koyuvermemek için kendilerini zor zapt ettiler. Bunak amca yerinden kalkmış, masaya yaklaşmıştı. Gözlüğünü takarak resimlere eğildi:
– Hangisi bakayım, dedi… Şu mu? Tanıdım. Ben Gelibolu’da mektep çocuğu iken ölmüş Namık Kemal diye bir adamcağızdı…”
Şirden hikâyeden geçtik; ara sıra izleme imkânı bulduğumuz sokak röportajları yahut milyonları ekranlara kilitleyen‘Kim Milyoner Olmak İster’ gibi yarışma programları bile dilimize, kültürümüze nihayet kendimizeyabancılaşma konusunda sorumluluk sahibi herkese çok şey söylüyor.
Selamların en güzeliyle… 23 Aralık 2024
Hacı Halim Kartal