Ünlü hikâyecilerimizden Refik Halit Karay (1888-1965) hayatında sürgünler önemli bir yer tutar. Öyle ki Türkiye sınırlarında yaşadığı sürgünlüklerinin sonunda Memleket Hikâyeleri’ni, sınır dışındaki sürgünlüklerin sonunda da GurbetHikâyeleri’ni yazmıştır.
Romanlarının çoğunda karşımıza adına bugün Orta Doğu dediğimiz coğrafya çıkar. Sürgün bunlardan biridir ve ne yazık ki İsrail denen terör organizasyonunun atış poligonu haline getirdiği veson birkaç gündür gene bombaladığı Beyrut işte bu ‘Sürgün’ romanının şehridir. MeselaEskici hikâyesinde mekân Filistin’in ücra bir köyüdür. Annesinin ölümünden sonra kimsesiz kalan küçük Hasan’ın halasının yaşadığı bu köyde dilini bilmediği insanlar arasındaki garipliği ve ana dille bütünleşen memleket özlemi anlatılır ki edebiyatımızın unutulmaz eserlerindendir.
Bir yıldır televizyon ekranlarında Filistin’i, Lübnan’ı, Mısır’ı, Halep’i, Şam’ı, Beyrut’u gösteren haritalar üzerinde her dakika patlayan bombalarla birlikte viran olan haneler, parçalanmış cesetler, ardı arkası kesilmez vahşetler, yerinden yurdundan edilen milyonlar anlatılırken ara sıra bu coğrafyanın edebi eserlerimizdeki izlerini hatırladım. Falih Rıfkı Atay’ın Zeytin Dağı’nda 1. Cihan Harbi sonunda bölgeyi terk edişimizin hazin hikâyesini mesela.
Muhabirler Beyrut’ta patlayan bombaları, yükselen dumanları naklediyor, ben Refik Halit’in yıllar önce içim burkularak okuduğum Sürgün romanındaki Beyrut’a gidiyorum. Bölgeyi ve oralarla ilişkimizi anlamak bakımından Sürgün’ü, Gurbet Hikâyelerini ve Zeytin Dağı gibi eserleri bir kez daha okumak gerektiğini düşünüyorum.
‘Sürgün’ yazarını yedi yıl önce de anmışım(30.09.2017) ‘Dillerine Kurban’ başlıklı yazımda ‘Ayşegül’ hikâyesiyle okulların açılışı ve ders kitaplarıyla ilgili olarak dil- vatan bağlamında.
“Dünyaya açılan gerçek penceremiz dilimizdir aslında. Gönüldeki sözümüzü en iyi onunla ifade ederiz çünkü. Gönülden gönüle en sağlam ve en kısa köprüler dil köprüleridir.
İnsanlar dilleriyle sevilir. Her toplumda en çok sevilenler bu köprüleri en iyi kullananlardır bir bakıma. Sözüyle, sazıyla bizim de içimizden geçeni anlatıverenlere“Dillerine kurban!” deriz. Şiiriyle, şarkısıyla veya konuşmasıyla gönül tellerimizi titrettikleri için takdir hislerimizi en çok bu deyimle belirttiğimiz binlercesinin emeği vardır üzerimizde.
Yüz yıllar boyu dil tarlasını ekip biçenler arasında Yunus Emre’den Neşet Ertaş’a unutulmaz güller yetiştirenlerdirdillerine kurban olduklarımız bana göre. Onlardır milletin gönlünde yıkılmaz tahtlar kurmuş bu yüce gönüllü sevdalılar…
Onlardan biri ünlü hikâyecimiz Refik Halit Karay’dır benim için. “Ayşegül” adıyla Türkçe kitaplarına konulan hikâyesinden alınan şu enfes metindeki diyalog birçoğumuzun hafızasında hala tazeliğini korumaktadır.
Okulların açıldığı gün ders kitaplarından bahsederken o metindeki konuşmayı, yazarın Ayşegül’den aldığı cevaplardaki isimleri hatırladım. Sıcaktan bunaldığım bir anda yazarın Ayşegül’le konuştuğu pınarın başındaymışım gibi bir serinlik yayıldı içime.”
***
“…İşte Bilân sırtlarında, çamlar altındayım. Benim altımda da bin metre aşağıda İskenderun ovasıyla İskenderun kasabası soluk almağa mecalsiz, güneş altında dümdüz yatıyor. Serinlik, gölgelik içinden o kızgın yerlere hayretle bakıyorum. Ben o kadar rahatım, öyle okşayıcı, huzur ve saadet verici tatlı rüzgâr karşısındayım ki gözle görünen bir yerde sıcaktan bunalmış, sıtmadan kavrulmuş ve güneşten usanmış adamların mevcudiyetine inanamıyorum. Aşağısı bana bahar içindeki bir bahçeden Afrika çöllerinde geçen bir seyahat romanı okuyormuşum gibi çok uzak, çok korkunç, fakat yarı yalan gibi görünüyor.
…
Bilân'ın cenup sırtları çok ağaçlıklı, çok sulak, çok meyveli ve serin... İşte bir pınar başındayım; oluğun altına bir sepet iri, olgun, renkli şeftali oymuşlar. Başı yemenili, saçlan iki örgü, ayağı takunyalı sarışın bir köylü kızı bana sordu :
— Yer misin amca?
Aldım. Buz gibi derisi, ısırırken dudaklarımı yaktı; ezdikçe ağzıma serinlik, râyiha, usare doluyor; buna biraz da çamların teneffüsü karışıyor. Ah ne güzel meyve... Bana şeftali ikram edene baktım: Ne güzel kız!
— Yavrum şu görünen köyün adı nedir?
— Müftüler.
— Daha ötede neresi vardır?
— Nergislik.
— Ya bu suya ne derler?
— Zerdali Oluk.
— Şu yukardaki dağ?
— Kınalı Tepe.
— Şu yol nereye gider?
— Derebahçe'ye.
Ne güzel isimler! Lübnan portakal, turunç, hurma ve muz memleketiydi. Burası bana daha aşina meyveler diyarı: Şeftaliler, erikler, kızılcıklar etrafımı kaplıyor. Çiçekleri de öyle. Hep bildiğim şeyler: Nergisler, kınalar, küpeler ve yıldızlar... Sonra her evin pencerelerinde Müslüman ve fakir meskenlerin âdeta yarı mukaddes bir yeşilliği olan fesleğenler, fesleğen saksıları...
-Kızım o basma taktığın kırmızı çiçeğin adını bilir misin?
— Bilirim: Kadife.
— Bu su kenarında açan yeşil şeyler?
— İnci çiçeği.
— Ya senin adın nedir?
Utandı; kısaca, usulca:
— Ayşegül, dedi.
Burada meyveler, çiçekler, ağaçlar, isimler, hepsi, her şey güzel, tertemiz ve güzel. Ya Ayşegül? Hepsinden daha güzel. Küçük Türk kızı isimlerinin üzerimde ne hoş tesiri vardır: Zehra'lara, Hatice'lere, Fatma'lara, Şerife'lere karşı yakınlık duyarım. Ayşegül takunyalarını sürterek kadife ve inci çiçekleri arasında kaybolurken mütehassirane arkasından baktım. Sevdiğimin ismi imiş gibi içimden şöyle söyleniyorum :
— Küçük Ayşegül, cici, şirin, şen Ayşegül, güzel Ayşegül!
Milliyet muhabbetini insan sade gazete sayfalarında, meclis salonlarında, ikbal mevkilerinde veya harp meydanlarında değil, böyle bir mini mini isimde ve bir küçük köylü kızının yüzünde okuduğu zamandır ki duygusunun derinliğini görüyor ve yüreğinin sızısını duyuyor.”
Gel de bu dile kurban olma!
Sokağımızdaki, meclisimizdeki, medyamızdaki dile bakınca Avni Anıl’ın Kürdilihicazkâr şarkısında anlattığı kurumuş topraklara döndüğümüzü düşünüyorum; öyle unutulmuş, öyle yoksun.
Güzel bir söze, sahtelikten külliyen uzak tatlı bir bakışa hasretiz. Bizim de şarkıda dile getirildiği gibi ağlamaklı, mahzun dualara ihtiyacımız var sanki rahmete kavuşmak için.
Selamların en güzeliyle…
H. Halim Kartal 30.09.2024