25 Ekim 1920’de Batı cephesi komutanlığının isteğiyle Millî
Eğitim Bakanlığı İstiklâl Marşı yarışması açtı. Akif Kastamonu’dan
henüz dönmüştü. Kazanana 500 lira ödül verilecekti. Ankara’da 140
liraya bir çiftliğin alındığı günlerdi.
Akif yarışmaya katılmadı. Niçin katılmadığını soranlara şu asil
cevabı veriyordu:
“Memleketin kurtulacağını parayla mı söyleyeceğim?” (Meh met Akif, Mithat Cemal Kuntay, s.129)
Yarışmaya 724 şiir gönderildi. Komisyon günlerce çalıştı, İstiklâl Marşı olacak şiiri aradı fakat aranan güzellikte bir şiir bulunamadı.
İstiklâl Marşı, milletimize bağımsızlık aşkı ve zafer kazanma
ümidi vermeliydi.
Vatan için Allah yolunda şehit olma heyecanı uyandırmalıydı.
İşgalci Yunanlılara karşı halkımızı savaşa teşvik etmeli, gönüllerdeki bağımsızlık aşk ve şevkini coşturmalı; vatan ve millet sevgisi yüceltilmeliydi.
AHLÂKIMIZ YÜKSELMELİ
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda;
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda!
Ruhumun senden, İlahi, şudur ancak emeli;
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli!
Şu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli;
Ebedî yurdumun üstünden benim inlemeli!” diye haykırmalıydı.
Maarif Vekili Hamdullah Suphi Tanrıöver endişeliydi. Gelen
724 şiir arasında milletimiz üzerinde istenen etkiyi uyandıracak eser
yoktu. Mehmet Akif karakterli ve ilkeli bir şairdi. Onu nasıl ikna
edebilirdi?
En yakın arkadaşı Hasan Basri Çantay’ı buldu. Gelen şiirlerin
istenen nitelikte olmadığını anlattı ve şöyle dedi:
-Şimdiye kadar 500’den fazla şiir geldi, hiç birini beğenmedim.
Üstadı ikna edemez misin?
-Akif Bey yarışma şeklini ve ikramiyeyi kabul etmiyor. Eğer
buna bir çare ve şekil bulursanız yazdırmaya çalışırım.
Hamdullah Suphi düşünceye daldı.
“Dur, ben bir tezkire yazayım, arzusuna tabi olacağımızı bildireyim fakat tezkireyi kendisine siz veriniz.”
“Muvafık, öyle yapalım.”
Yarım saat içinde bir mektup yazıp getirdi.
Mektup şöyleydi:
“Pek Aziz ve Muhterem Efendim,
İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zat-ı üstadanelerinin matlup şiiri vücuda getirmeleri maksadın husulü için son çare
olarak kalmıştır. Asil endişelerinizin icap ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyic vasıtasından mahrum
bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi
arz ve tekrar eylerim efendim.
5 Şubat 1337
Maarif Vekili
Hamdullah Suphi”
Akif o günlerde Kastamonu’dan Ankara’ya gelmişti, pek fakirdi. Üstüne giyecek bir pardösüsü bile yoktu.
Meclis’te Akif ve Hasan Basri Çantay yan yana oturuyorlardı.
Hasan Basri, çantasından bir kâğıt çıkardı, ciddi ve düşünceli bir
tavırla sıranın üstüne kapandı, bir şeyler yazmaya başladı.
Arkadaşının dalgın ve düşünceli hâlini gören Akif sordu:
-Ne düşünüyorsun Basri?
-Mani olma, işim var.
-Peki, bir şey mi yazacaksın?
-Evet.
-Mani olacaksam kalkayım.
-Hayır, hiç olmazsa ilhamından ruhuma bir şey sıçrar!
-Anlamadım.
-Şiir yazacağım da…
-Ne şiiri?
-Ne şiiri olacak? İstiklâl şiiri. Artık onu yazmak bize düştü.
-Gelen şiirlere ne olmuş?
-Beğenilmemiş.
-Ya!.. (Üzüntülü bir tavırla)
-Üstat, bu marşı biz yazacağız.
-Yazalım ama şartları berbat.
-Hayır, şartı falan yok. Siz yazarsanız yarışma şekli kalkacak.
-Olmaz, kaldırılmaz, ilan edildi.
-Canım bakanlık bir şekil bulacak. Sizin marşınız yine resmen
Meclis’te kabul edilecek. Güneş varken yıldızı kim arar?
-Peki, bir de ikramiye vardı…
-Tabii alacaksınız!
-Vallahi almam.
-Yahu latife ediyorum, onu da bir hayır kurumuna veririz. Siz
bunları düşünmeyin.
-Bakanlık kabul edecek mi?
-Ben Hamdullah Suphi Bey ile görüştüm. Mutabık kaldık hatta
sizin namınıza söz bile verdim.
-Söz mü verdiniz? Söz mü verdiniz?
-Evet!
-Peki, ne yapacağız?
-Yazacağız!
Akif, tekrar tekrar söz mü verdiniz diye sordu. Sonra Basri
Bey’in elinden kâğıdı aldı, kalemini çıkardı.
“En güzel şiiri biz yazmalıyız.” dedi.
Basri Bey’in daldığı yapmacık hayal yerine Akif gerçek hayallere dalıp gitti. Meclis müzakerelerle meşgul idi, Akif marş yazmakla.(Akifnâme, Hasan Basri Çantay, s.63)
Birkaç gün içinde marşı yazan Akif, şiiri getirip Hasan Basri
Çantay’a verdi, o da Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey’e. Millî
mücadelenin ruhunu dile getiren İstiklâl Marşı, Hamdullah Suphi
Tanrıöver’in çok hoşuna gitti. Şiir gerçekten millî mücadele ruhunu
yansıtıyor, kurtuluş savaşı vermek için milletin ihtiyacı olan istiklal
aşkı ve heyecanı veriyordu.
“Korkma!” diye başlıyordu. Yunanlılar İç Anadolu’ya doğru
ilerliyordu. İstanbul Fransız ve İngilizler tarafından işgal edilmişti.
Samsun ve havzası İngiliz, Zonguldak ve Karabük bölgesi Fransız,
Antalya çevresi İtalyanlar; Gaziantep, Adana, Maraş, Urfa’yı Fransızlar işgal etmişti. Doğu’da Ermeni çeteleri katliam yapıyordu. Ordumuz dağıtılmış, silahlarımız düşmanın eline geçmişti. Anadolu’da
yer yer isyanlar çıkıyordu.
Vatan, kelimenin tam manasıyla tehlikedeydi.
Şiir; iman ve inanç esaslarını güçlendiriyor, kutsal değerlerin
önemini anlatıyor, vatan sevgisi aşılıyor, zaferle dolu tarihimizi hatırlatıyor, şehit atalarımızın yaptığı kahramanlıkları dile getiriyor,
şehitliği yüceltiyor, milletimize vatan uğruna ölme fikir ve heyecanı
veriyor, kurtuluş ümidi ve heyecanını coşturuyordu.
Hicret sırasında Peygamberimiz (sav), arkadaşı Hz. Ebubekir
ile birlikte Sevr Mağarası’na sığınmışlardı. Kureyşliler mağara ağzına kadar gelmiş, onları arıyorlardı. Hz. Ebu Bekir endişeliydi. Peygamberimiz (sav) “Üzülme, Allah bizimle beraberdir!” buyurmuştu.
Akif bu olaydan ilham alarak İstiklâl Marşı’na “Korkma, sönmez bu
şafaklarda yüzen al sancak!” diye başladı.
Milletin ihtiyacı olan iman, inanç, fikir, heyecan ve coşku şiirde
sel gibi akıyordu.
Okuyalım:
İSTİKLÂL MARŞI
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim, milletimindir ancak!
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celal!
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal!
Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal!
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım,
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım!
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar?
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar!
Arkadaş, yurdumu alçaklara uğratma sakın!
Siper gövdeni dursun bu hayâsızca akın!
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakkın;
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı!
Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı;
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı!
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda!
Ruhumun senden İlâhî, şudur ancak emeli!
Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli!
Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli;
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli!
O zaman vecd ile bin secde eder, varsa, taşım;
Her cerihamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;
Fışkırır ruh-u mücerred gibi yerden na’şım,
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl!
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl!
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl!
Edebiyat şaheseri, şiir anıtı olan İstiklâl Marşı, Meclis’te Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından okundu, çok beğenildi, alkışlandı
ve millî marş olarak kabul edildi.