Eskidendi, eskimeyen zamanlardan, dağların dağlara kavuştuğu, insanın insanı anladığı, yürekçe konuşulduğu zamanlardan…
Bir yere varmak için yola düşenler, ıssız zamanların sarp kayaların ardı sıra yol gidenler, bir nefeslik selam vermek, bir yudum su içmek, bir gece konaklamak adına dururlar, selam almak dilerlerdi. Yol hâliydi bu, kısmetine ne çıkarsa baş üzere demeliydi yolcu. Belki aç kalacaktı belki susuz belki de yükünü yıkacaktı atı. Zor zamanlardı ama sıcaktı, samimiydi o zamanlar. İnsanın insana hürmet ettiği, hâlden anladığı zamanlar. Hâl demişken, hâlden anlayana hasret kaldığımız şu günlerde, eski zamanların hâl bilirliği üzerine birkaç söz etme telaşı düşüverdi yüreğimize… “Hâl, hâlin yoldaşıdır.” deyince de eski bir ses, hâl bilmenin insan yüreğine ne denli iyi geldiğini ve diğerini anlamanın nasıl da sıcak bir duygu olduğunu hatırladım.
Eskiden ne güzeldi, insan insana huzurla bakardı. Zamanla uzaklaştık, unuttuk hâlden anlamayı, yol göstermeyi, misafir kabul etmeyi. Oysa “Misafir on kısmetle gelir; birini yer, dokuzunu bırakır.” derdi atalar. Bereketi olurdu zamanın, selamın ve ikramın. Bahçe sahipleri “göz hakkı” diyerek elma bırakırdı dallarda. Çocuklar neşe içinde toplarlardı ayaz yemiş elmaları. “Buyurun, göz hakkı.” denilirdi, yoldan gelip geçene. Nereden gelir nereye gidersin, kalacak yerin var mı? Hısım akraban var mı? Kimsen yoksa misafir edelim, “Yedi adım yolun, bir yudum suyun hakkı vardır.” derdi atalarımız…
Yeni zamanların yol hikâyesine gelince; uzaklarda konaklayacaksak ve bir yakınımız yoksa bütçemize uygun bir otel ya da misafirhaneden rezervasyon yaptırma yoluna gideriz. İlişkilerin resmîleştiği bu zamanda bazen akrabalarımızı bile rahatsız etmemek için bir misafirhanede kalmayı uygun buluruz. Peki nereye gitti hâlden anlamak? O sıcak, samimi zamanları hatırlar ve özler oldu insan. Unutmak istemediğimiz ama tekrar da edemeyeceğimiz hatıralar burnumuzda tüter oldu. Ulaşım imkânlarının zor olduğu fukara zamanlarda, yolcunun hâlini arz edebileceği geleneklerimizden birini hasretle anlatmak derdine düştüm. Büyüklerden dinlediğim bu gelenek “köy odası” geleneği. Eskiden köyün ortak malı sayılan ve misafirlerin kalabilmesi için düzenlenen odalar varmış. Bu sıcak ve samimi odalarda o köyün misafirperverliği dillere destan olur anlatılırmış. Her köyde en az bir tane köy odası bulunur, bu odadan kadın erkek bütün köylü sorumlu olur ama köy zenginleri ekonomik anlamda daha çok katkı sağlarmış. “Falanca köyün odasında pek rahat ettim ağa.” derlermiş misafir gidenler birbirlerine. Uzaklardan gelen, karanlığa kalan, parası bitenlerin ana kucağı sayılırmış köy odaları. “Kalacak yerim yok.” denilmesi yeterli imiş köy odaları için. Misafir hemen buyur edilir, rahat ettirilir ve karşılığında hiçbir ücret alınmazmış. Uzun kış gecelerinde sobalar yakılır, çay demlenir, yoldan gelene köy yemeklerinden ikramlar yapılırmış. Hanenin birinden bir tepsi kömbe gelirken diğer haneden bol tereyağlı keşkek bir diğerinden kekik kokulu yarma çorbası, muhtar evinden yufka ekmeği, küflü peynir, kara pekmez… Derken dolar taşarmış köy odası.
Kadınlar en güzel kilimleri oda için dokurlar, koyun yününden basma yüzlü yorganlar dikip oda sandığının üzerine dağ gibi yığarlarmış. Odanın temizliği, sıcaklığı yüz güldürsün misafir memnun kalsın istenirmiş. Misafir ağırlamanın yanında köy odalarında köy meclisi toplanır önemli kararlar alır; bazen nişan, düğün, kız isteme törenleri bile burada yapılırmış. Köyün kültürel motifleri buralarda dokunup yeni nesle aktarılır, sosyal yaşantının merkezi sayılırmış bu mekânlar…
Yeninin de eskinin de nezaketle ağırlandığı bu güzel mekâna biz de yavaşça süzülüverdik ve misafirliğimizi sizlerle paylaşmak istedik. Bakalım Anadolu’nun köy odasında neler düşmüş bahtımıza: Köknar odunlarının yandığı bir kuzine soba. Üzerinde çinko bir çaydanlık. Fırınında mis gibi kokan haşhaşlı kömbe. Çatma bohçaya dürülmüş yufka ekmeği ve orta yerde ahşap tabla. Bu tablada yufka ekmeği açılırmış aslında. Köyün yaşlısı Zeynep Kadın’ın çeyizinden köy odasına bir armağanmış. Kimin gönlünden ne koparsa o düşermiş misafirin bahtına. Ölenlerin ruhu, duranların duası için! Kimseler varını esirgemezmiş, yolda kalana yardımcı olmak Nuh Nebi zamanından yadigârmış.
Demli çay kokusu eşliğinde petekleri dolu bal tadı geliyor damağıma. Soba üzerinde kızartılmış yufka ekmeğinin içinde tereyağlı küflü peynir. Sanki! Sanki bu bir rüya, bir eski zaman rüyası. Bitmesini istemediğimiz o eski zamanların yeniden inşası. İnsanın yeniden kucaklaşması ve anlaşması… Duru zamanların tadı damağımda kalırken şükrümü eda edip kalkıyorum sofradan. Sonra arkamda kalıyor pazen yorgan, dantelli çarşaf, yer yatağı, kuzine soba, yer sofrası, insan sesi, köy türküsü, köy odası, misafirlik ve insanın insan olma hikâyesi…