Yazı, ?duygu ve düşüncelerin işaretler yardımıyla tespit edilmesi?, ?söylenenlerin kayda geçirilmesi?, ?fikrin ve sözün maddi işaretlerle gösterilmesi? şeklinde; aynı anlama gelen, fakat farklı sözcüklerle tanımlanmaya çalışılan bir ?yöntem? olarak açıklanmıştır.
İnsanlar; duygu ve düşüncelerini yakınlarıyla paylaşmak isterler. Ne var ki konuşarak anlatmayı da beceremezler çoğu zaman. Denemeye kalksalar, ellerini nereye koyacaklarını, gözlerini nereye odaklayacaklarını bilemez; halden hale, şekilden şekle girerler. Bu yüzden de; ikili konuşmalar bunlar için bir ızdıraptır. Onların dünyaları, birçoğumuzun dünyasından oldukça farklıdır. Dağlara, taşlara anlatabilirler dertlerini ama insanlara asla? ?Söz gümüşse, sükût altındır? onlar için.? Ağızları vardır ama söylemeye dilleri yoktur.?
Öyle insanlar da vardır ki, konuşmadan edemezler. Konuları bir biri ardına eklerler ki söz kendilerini bırakıp gitmesin. Akşama kadar konuşsalar, devam edip sabahlasalar; ağzını açsan, ?sözünü balla kestim? diyerek ?ağızlarından bal(!) akıtırlar.? Hasbelkader söz sırası sana gelmiş olsa, sözü bir an önce sahiplenmek için, nefes almanı dahi fırsat sayarlar. Bunlar için konuşmak, hava gibi, su gibi bir şeydir. Konuşmasalar, yaşayamazlar.
Bazı kimseler de; sanki ?dünyaların sahibi? gibi davranır, iki kelime etmeye kalksan, gözlerini senden kaçırıp, başka şeylerle meşgul olur, güya seni muhatap almadığını göstermeye çalışırlar. Bu duruma özellikle resmi dairelerde daha çok rastlarız. Buralarda; meramımızı anlatmak için genellikle ?yüz yüze konuşma? yöntemini tercih eder, çoğu zaman bu yöntemin sonucunda amacımıza ulaşamaz ve hayal kırıklıkları yaşarız. Durumumuzu düzeltmek için de köşe başlarında hazır vaziyette bizi bekleyen ?istidacıya? uğrar, ?durum böyleyken böyle? diyerek isteklerimizi yazıya döktürürüz. Hiç olmazsa sözlerimizi kayıt altına aldırarak, cevabı garantilemiş oluruz.
Çocukluğumuzda; büyüklerimiz bakkala gönderirlerken; ?şunu şunu alacaksın? diyerek, elimize bir kâğıt tutuşturlar, biz de bu duruma fena halde bozulur ve ?ne yani söylenenleri aklımızda tutamayacak kadar akıl yoksunu muyuz?? diyerek bir de sitem ederdik onlara. Elimizde listesi olmadan çıktığımız her alışverişte de mutlaka bir şeyi unutarak dönerdik evimize.
Eskiden ?sözüm senettir? derdi ticaret erbabı. Kimse kimseden senet gibi, çek gibi, ?noter sözleşmesi? gibi yazılı evrakları talep etmez, buna gerek dahi duymazlardı. Kimse de kimseye olan borçlarının ödemesini aksatmaz, alacaklarını tahsil edememe korkusu yaşamaz ve yaşatmazlardı. Zamanla burada da yazı, söze galip gelmiş ve ?söz uçar, yazı kalır? özdeyişi ile de insanlar bu durumu pekiştirmeye çalışmışlardır.
Söz söylemesini beceremeyenler, ya da konuşmaktan korkanlar, kimi zaman resimlerle, kimi zaman çizgilerle, kimi zaman vücut işaretleriyle, bazen de şarkılarla ve şiirlerle anlatmaya çalışmışlardır içindekileri.
Kimi kendini ifade etmek için bir tek cümleyi bile dakikalarca uğraşıp kuramazken, sazını eline alıp, bülbül gibi şakıyarak, kırk yıllık hayatını bir çırpıda anlatıvermişlerdir.
Sanırım ben de; ifade etmek istediklerimi konuşarak, şarkı söyleyerek, resim yaparak değil de ?yazarak? daha iyi ifade ettiğimi, böyle davranmamın da, hayatını yazarlığa vermiş olanların kıymetlerinden bir zerrecik dahi eksiltmeyeceğini düşünmekteyim. Zaten bu düşüncede olan dünyadaki tek insan da ben değilim.
?İçimi kor gibi yakıp kavuran ?yazarlık? serüvenine, ben de uzun zaman önce, hasbelkader okuduğum bir masalla atılmıştım. Okuduğum masalın sonunda ?gökten üç elma düşmüş?, bu elmalardan biri ?oku?, biri ?yaz?, biri de ?gez? demişti. Ben, ?bu elmalardan biri yeter? deyip köşeme çekilmeyi değil de, ?her üçüne de sahip olmalıyım? diyerek onların peşinden gitmeyi tercih etmiştim.
O günden bu yana iyi bir okuyucu olmaya çalıştım. Okuyucu kimliğimi de sürekli olarak devam ettirme gayreti içinde olacağım. "Çok gezen mi, yoksa çok okuyan mı bilir?" konusu okullarda münazara konusu olarak işlenmeye devam ededursun, ben; "hem okuyan, hem gezen daha çok bilir." diyerek ülkemin büyük bir kısmını gezdim. Gezip gördüğüm her yer, benim için birkaç kitaba bedeldi. Lakin okumakla, gezmeyi kıyaslayarak işi, "yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar?? kısırdöngüsüne getirme taraftarı hiç olmadım. Yapanların da hangi mantığa hizmet ettiklerini anlamış değilim?
Geriye bir tek yazma işi kalmıştı benim için. Aslında ona da çok yabancı değildim. Çünkü gezdiğim yerler hakkında kısa kısa notlar tutuyor, kimi zaman da ?cûşu hurûşa? gelip şiirler kaleme alıyordum. Fakat bunları yazıyor olmam beni ?yazarlık? konusunda tatmin etmiyordu. Gönlümün bir köşesinde daima ?yazarlığa? ait tatlı hisler vardı. Bu hisler zaman zaman öyle kuvvetleniyordu ki dayanılacak gibi değildi. İşte ben de o anlarda hemen kaleme kâğıda sarılır, bir şeyler yazardım. Yazdıklarım belli bir zaman sonra beni bile tatmin etmezdi. Birbirinden kopuk cümleler, zıt düşünceler, aynı kelimelerin sık sık tekrarı ilk göze çarpan kusurlarımdı. Bunları kendim bile fark edebiliyordum. Bu yüzden de yazdığım yazıları genelde beğenmiyor, sürekli yırtıp atıyordum. Yırtıp attığım yazı denemeleriyle, kaç çöp kutusu doldu kim bilir?
Gerçi daha sonra öğrendim ki, bu yırtıp atma işi, ?istidatlı? ve ?büyük yazarların? bir meziyeti imiş! O yüzden kendimi şanslı addetmeliyim belki de!
??
?Yazarlık okulu?, iyi bir yazı disiplini, edebî bir bakış açısı, kültürel birikim ve nitelikli bir çevre kazandırmıştı katılımcılarına. Vaat edilen de bunlardı belki de. Bu kazanımlar tabii ki küçümsenecek düzeyde değillerdi. Her biri, bir ?yazar? ya da ?yazar adayı? için son derece önemli ve uzun bir çalışma neticesi elde edilecek türden meziyetlerdi. Kısa bir süre içerisinde bunlara kavuşmak elbette bizim için bir şanstı.
Filhakika, bütün bu müstesna meziyetleri kazandırırken alıp götürdüğü değerler de oldu ?yazarlık kursunun?. En başta, her insan için, özellikle de yazar için hiçbir zaman ölmemesi gereken amatör ruhu, coşku, heyecan ve özgürlük?
Beni ve diğer ?yazar adaylarını? bugüne getiren değerlerdi şimdi kaybetmekte olduklarımız?
Farkına vardıkça, incelikleri öğrendikçe, işin zorluğu, sis bulutunun dağılmasıyla belirginleşen güneş gibi ortaya çıkmaya başlıyordu.
Hakikatler bazen acıdır, korkutur.
O yüzden hiçbir hakikat bir anda söylenmez. Önce bir zemin hazırlanır, muhatap belli bir düzeye gelir ve hakikatler yavaş yavaş verilir. Aksi takdirde ya reddedilir ya da şoka girilir.
Sanırım problem bu noktada kendini hissettiriyordu. Kaygılara, ümitsizliğe sebep olan hadise, derslere gelen hocaların hakikatleri bir anda, otomatik namludan çıkan mermiler gibi peş peşe önümüze dizmeleriydi. Onların takındıkları tavır, davranış ve sarf ettikleri acı gerçekler, uzun bir zamanda yeşertilebilmiş ümitleri ?sam yeli? gibi yakıp kavurdu bencileyin.
Söylenen sözlere itirazımız yoktu. Hem doğruya, kim yanlış diyebilir ki? Lakin şu olabilirdi: Eğer o sözlerin arasına az da olsa ?teşvik şurubu? ve ?ümit iksiri? ekleselerdi bugün daha müspet bir iklim oluşabilirdi.
Bilmek, gerçekten de korkutuyor insanı. Hata yapma, başaramama korkusu yiyip bitiriyor içten içe.
"Cahil cesurdur?"
Bir çocuk bile yeni yürümeye başladığı günlerde adımlarını korkusuzca atar. Aklına bile gelmez düşmek, yuvarlanmak, yaralanmak? Çünkü korkuyu bilmez ki.
Ama büyüdükçe adımlarını daha bir dikkatle atmaya başlar. Daha önce hiç korkmadan, kendi kendine çıkıp kaydığı kaydırağa çıkmaktan korkar çoğu zaman. Birilerinden yardım destek bekler bu zamanlarda. Desteklenmeyenler, korkuyu içselleştirir ve bütün hayatı boyunca korkunun esiri olarak hayat sürmek zorunda kalırlar.
Ya daha sonraları??
Artık belli bir olgunluğa geldikten sonra emin adımlarla yolunda yürümeye devam eder. Kendine güveni gelmiştir.
Yazarlık da biraz böyle bir şey galiba?? diyor, ?Yazarlık Okulundan Yazar Çıkar mı?? başlıklı yazısında, Adem Keven,