Büyükşehirlerimizden birinin merkezi bir yerinde, yüksekçe bir binanın beşinci katında, pencerenin önündeyim. Aşağıda olup bitenlerin gözlemlemekteyim. Şehir uçsuz bucaksız bir görünüme sahip. Oldukça geniş caddeleri ve araç park sahaları var. Gözümün alabildiği yer otomobillerle dolu. Aracını park etmek için yolun sağından yavaş yavaş ilerleyen araçların burunlarını dahi sokabilecekleri bir boşluk bulmaları mümkün değil. Araç park sahalarının önlerine ?araç park sahamız dolmuştur? şeklinde ikaz levhaları konulmuş.
Sonra gözümü caddelere çeviriyorum. Trafik su gibi akıyor. Araç yoğunluğundan dolayı yayaların karşıdan karşıya geçmeleri bile mümkün değil. Sonra kafamı iki yana çevirip ara sokaklara doğru yöneliyorum. Oralar da, kaldırımlar dâhil otomobillerle dolu. Sonra, bedenimi pencerenin önünde bırakıp, şehrin diğer semtlerine, diğer caddelerine doğru zihni bir yolculuğa çıkıyorum. O da ne? O semtlerin meydanları, caddeleri, ara sokakları, araç park yerleri de hınca hınç otomobillerle dolu. Oradan ışık hızıyla şehrin giriş noktalarına doğru yöneliyorum. Akın akın, bölük bölük konvoylar şehre doğru süzülmekteler. Aynı şekilde şehir dışına doğru akan otomobil selleri mevcut.
Daha sonra bulunduğum şehirden uzaklaşıp komşu ilçelere, komşu illere hayali yolculuklar yapıyorum. Oraların caddeleri, oraların meydanları, oraların araç park yerleri de hınca hınç otomobillerle dolu. Derken akşam oluyor. Bir şehrin oldukça geniş ve uzun; üç gidişi, üç gelişi olan; şeritleri henüz boyanmış; görkemli mi görkemli, muhteşem mi muhteşem bir caddesinde buluyorum kendimi. Otomobillerin üç beş metre kadar yukarısında saatteki hızım
Bir ormanın içinde; hafif yağan bir yağmurun ardından kendini gösteren; insan ömrüne ömür katan parlak güneş ışıkları altında, yuvalarına yiyecek taşıyan karıncalar geliyor aklıma. Otomobillerin her biri bir karınca gibi. Binlercesi, yüz binlercesi, milyonlarcası evlerine yiyecek taşıyor sanki. Kimisi de yaz mevsiminde sürekli saz çalan cırcır böcekleri misali; kaldırımlarda, cadde üzerlerinde, ara sokaklarda, park sahalarında derin bir uykuya dalmışlar.
Sonra o şehri de terk edip, uçsuz bucaksız okyanuslar üzerinden uçarak, deniz aşırı kıtalara doğru yöneliyorum. Okyanuslar üzerinde dağ gibi, rengârenk gemiler, yatlar görüyorum. Kiminin taşıdığı binlerce otomobile, kiminin taşıdığı binlerce milyarderin çığlıklarına, kahkahalarına, danslarına, eğlencelerine şahit oluyorum. O gemilerde eğlenenlerin ülkelerinde de otomobiller istila etmiş her yanı. Adım atacak, ayak basacak yer bırakmamış otomobiller.
Sonra kanatlarımı çırpıp kara kıtanın üzerine geliyorum. Gözüm uçsuz bucaksız çöllerin üzerinde oradan oraya boş boş dolaşan eşek arabalarına takılıyor. Çırılçıplak çocukları görüyorum. Sinekler konuyor yüzlerine. Pirinç lapalarına ellerini bandırıp çıkaran; kara kara, kuru kuru çocuklar görüyorum. Çocuklar ellerinin üzerinde son bir hamle ile sürünmeye çalışıyorlar. Hemen ardında bir kartalın, çocuğun hareketsizlik anını kolladığını gösteren fotoğraf geliyor gözlerimin önüne. Sonra okyanuslarda eğlenen milyarderlerin gemilerini düşünüyorum. Üzerinden geçtiğim şehirlerin otomobillerine; hepsi markalı, hepsi modelli, otomobillerine ?takıyorum kafayı?. Su gibi akan, oluk oluk benzin yakan otomobillere ?takıyorum kafayı?. Geri dönüp penceresinin önünde caddelerini izlediğim kendi şehrime dönüyorum. Silkeleniyor ve kendime geliyorum.
?Kriz gelmeden ben gideyim? diyorum. Çünkü bunlar çağıra çağıra, bağıra bağıra getirecekler krizi. O gelmek istemedikçe, onlar getirmeye çalışacaklar.
Oturdukları lüks evlere aldırmadan, bindikleri son model otomobillerden inmeden, ailesinin her ferdinin elindeki son sürüm cep telefonlarına bir söz etmeden, evlerinin her odasındaki plazma teve?lere aldırmadan, gümbür gümbür, bangır bangır getirecekler krizi.
Alın da tepe tepe kullanın krizinizi.
Tayyar YILDIRIM