Gazetelerde her gün yüzlerce yazı yayımlanıyor. Belki daha fazlası internet sitelerinde boy gösteriyor. Okuyabildiklerimiz okuyamadıklarımıza oranı devede kulak kabilinden. Okuyabildiklerimizin çoğu günün sıcak gelişmeleriyle ilgili olunca kimi yorumları beğeniyor, kimini beğenmiyoruz. Beğendiklerimiz elbette sözü de söyleyişi de güzel olanlar oluyor.
Yolculuklarda yanımda bir kitap bir gazete olması farklı bir rahatlık hissi duyarım. Birkaç saat etrafa boş boş bakmaktansa yazarların milyonlarca insanı etkileyen olaylara nasıl baktıklarına, bunlardan nasıl etkilendiklerine, neler düşünüp nasıl anlattıklarına bakmak daha hoşuma gider. Bu nedenle yanımdaki koltukta biri varsa tanışmak, etrafı rahatsız etmeden konuşmak da güzeldir; lakin bunun yolculuk süresince devamına imkan yoktur. Siz konuşmak istersiniz de yanınızdaki sıkılabilir. Ne bileyim adam yorgundur; uyumak isteyebilir. Hal diliyle şu adam artık sussa da birazcık gözlerimi dinlendirsem diyebilir vs.
Konya’dan Ankara’ya dönerken baktım, çantamda önceki günün okuyamadığım gazetesi var. Pazar ekindeki yazarlardan başladım. Sincan geride kalırken Ali Ural’ın cümlelerinin tam zamanında ve kıvamında içilen bir bardak çay gibi içime ferahlık verdiğini hissettim. Akşam güneşi ortalığı kırmızılara, pembelere boyarken o gün okuduğum onca yazı içinde kulak verilecek mesajın Ali Ural’ın yazdıkları olduğunu düşündüm. İşte şiirsel üslubuyla okurla daha sıcak bir iletişim kurmayı başaran Ali Ural’ın sizlerle paylaşmak istediğim “Gerçekliğinden kuşku duyulmayacak sevgi” başlıklı bu haftaki mesajı:
“Birbirinin sevgisinden şüphe duyan sevgililere benziyoruz. İçimize düşen kurdu besleyecek ne çok şey var. Ne çok sebep, karşımızdakinden uzaklaşmak için.Güven tazelemek için söylenen sözler bile yeni yaralar açabiliyor. Yaralar uçuruma dönüşmemeli. Çünkü uçurum hakemlik yapamaz. Gözlerimizden öpemez uçurum. Uçurum sarılamaz bize. Elimizden tutamaz. Küslüğümüzden kimin kârlı çıkacağını bir görebilsek! Ah bir görebilsek küslüğümüzden kimin kârlı çıkacağını!
Taş taş örmüştük surlarımızı, o taşları söküp birbirimize atamayız. Her yağmur yağdığında kokusunu içine çektiğimiz topraklarda hücum edemeyiz birbirimize. Gürültü sesi bastırır, oysa konuşmaya ihtiyacımız var. Konuşmaya ve birlikte şarkılar söylemeye. Konuşmaya ve birbirimizi can kulağıyla dinlemeye. Yanlışları dile getirmeyelim mi? Getirelim, fakat Kabil elindeki taşı kaldırdığında, söylemiyordu. Taşın dili dönüyorsa, söyleyecek bir şey kalmamıştır insana.
Eleştiri imar etmeliydi, yıkmaktan yorulmadı. Gözünün üstünde kaşın var, demekle kalmadı, gözlere yeni yerler biçti yüzde. Eski Yunan’ın insan özelliklerini tanrılaştırdığı masalları insan zaaflarına nasıl da tercüman olur böyle anlarda. Zeus, bir boğa yaratmış, Prometheus, bir insan yaratmış, Athena da bir ev yapmış. “Eleştiri tanrısı Momos’a soralım, hangisi daha güzel oldu?” demişler. Momos kıskanmış onları. Zeus’a, “Bu hayvanı yaratmışsın, ama gözlerini neden boynuzlarına koymadın? Varacağı yeri nasıl görsün!” demiş; sonra Prometheus’a dönmüş, insanı göstererek, “Sen de bunun yüreğini dışarı çıkarmalıydın ki kötülüğü gizli kalmasın, ne düşünüyorsa herkes görüp anlayabilsin.” demiş. Athena’nın yaptığı evi de beğenmemiş: “Hani bunun tekerlekleri? Olur ki yanına bir kötü gelir; o zaman nasıl kalkıp da uzaklaşır!” demiş…”
Kötülüklerden tekerleklerle uzaklaştıramayız evlerimizi. Çare yok güzelin ışığına pencerelerimizi açmaktan başka. Güzelin rüzgârına ve kokusuna. Etik ve estetiğin iflas ettiği yer açlık! Kavgaların arkasında hep o var; ekmeğin doyuramadığı bu açlık! Dişleri bileyen, kanı deli deli döndüren o. Yapmayı asla düşünmediğimiz şeyleri omuzlarımıza bir vebal gibi yükleyen. Bu yükle kapısını çalamayız ocaklarımızın. Mutluluk tüttüremeyiz bacalarımızdan. Dumanlar yükseliyor, aşımızda zehir. Kötülüklerden tekerleklerle uzaklaştıramayız evlerimizi. “İdfa’ billetî hiye ahsen!/ Kötülüğü güzellikle sav! Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 34)
Bizi kim seyrediyor kavgaya tutuşturup! Birbirimiz üzerinde gücümüzü tüketmemizi isteyen kim! Ey Ezop var mı bu soruya cevap verecek masalın? “Bir aslanla bir ayı, bir ceylan yavrusu bulmuşlar, senindir, benimdir diye kavga ediyorlardı. Birbirlerine sarılıp öyle bir dövüştüler ki sonunda ikisinin de takati kalmadı, yere yuvarlandılar. Oradan bir tilki geçiyordu; baktı ki ikisinin de kımıldanacak halleri yok, ceylan yavrusu da aralarında duruyor, hemen alıp ikisine de aldırmadan geçti gitti. Aslanla ayı bunu gördüler, gördüler ama kalkamadılar ki! ‘Vay bizim başımıza gelenler! Demek ki emeklerimiz tilki içinmiş,’ dediler.”
Tilki tilkiliğini yapacak, biz insanlığımıza sahip çıkalım. Ay yıldızlı bayrağımızı birbirimize değil tilkilere karşı sallayalım. Hepimizin aynı ülkeyi sevdiği, aynı bayraklarla yollara meydanlara dökülüşümüzden belli değil mi! Bu sevgiden kuşku duymayalım asla. Bu ülkenin kıymetini en çok ondan uzak kalanlar bilir. Havaalanına inerken gözleri yaşaranlar. Bu ülke ayrı kalındığında ağlanacak kadar güzeldir. Akif’in, canını ve cananını, kendisinden uzak kalmamak karşılığında feda edeceğini söylediği vatandır bu!
Bir Ezop hikayesi daha. “Bu kez köpek olmuş tilki. Köpek olmuş ve adamın birini ısırmış. ‘Aman birini bulsam da beni iyileştirse!’ diye dört yana koşmaya başlamış adam. Oradan geçen biri eğlenmek mi istemiş nedir? ‘Yarandan akan kanı ekmekle sil, sonra ekmeği köpeğe yedir’ demiş. Adamcağız bu söze şaşmış: ‘Öyle bir şey yaptım mı, artık köpekler peşimi bırakmaz, hepsi gelip bir kere ısırmak ister!’ demiş.”
Kötülüğün iştahını kabartmayalım. Yaralarımızı sarma vakti! Yaralarımızla düşmanlarımızı beslemenin değil.”
Etrafa dikkatle bakın: Söz diye söylenenlerin, bu sözleri söyleyenlerinin halleriyle gerçekten de yazarın ‘kötülüğün iştahını kabartmak’ dediği çirkinlikleri çoğaltmaya hizmet ettiklerini göreceksiniz, üzülerek…
Selamların en güzeliyle…