“Kimsenin cebinde para yok. Milleti soyup soğana çevirdiler anladın mı? Para türbanlılarda. Altlarında dört çarpı dört cipler… Nereden buluyorlar bu paraları? Çalıyorlar…Soyuyorlar… Doldurmuşlar bir yığın türbanlıyı …ye, çalışmıyorlar; puantaj nedir bilmiyorlar, memuriyetten, bi b…tan anladıkları yok….”
Çarşıdan veya bir yerden gelince aşağıdaki dükkanların önünde biraz oyalanıp selamlaştığım birileri varsa bir süre onlara takılmadan eve girmek istemem. Geçen gün böyle bir alışkanlıkla berberin önündeki bir sandalyeye oturdum. Birkaç aydır tanıdığım bir arkadaş buralarda yeni gördüğüm biriyle konuşuyordu. Elli beş altmış yaşlarında, kamu kurumlarından birinden emekli bir memurdu anladığım kadarıyla bu yeni sima. Bir taraftan fosur fosur sigarasını tüttürüyor bir yandan da yukarıda birkaç cümlesini not ettiğim yarısı küfürlü konuşmasını sürdürüyordu. Hedefinde yöneticiler, türbanlılar, ötekiler vardı. Ötekiler çok tehlikeli, kötü adamlardı. Adamın ‘amentü’sü buydu. Ve bunlar işgal kuvvetleriydi adam nazarında. Daha kötüsü de Şuydu: Bunlar memleketin bütün kaynaklarını sömürüp halkı korkunç bir sefalete terk etmişlerdi.
Kimsede zırnık para yok diye başlayıp, bir paketi belki on lira olan sigarasını insanların oruçlu oluşuna aldırmadan tüttürüp kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi olmayanlardan küfürlü sözlerle bahsedebilen bu adamın hakikaten cebinde parası yok muydu bilmiyorum; yalnız biraz dikkat kesilince böyle adamlarda bir şeyin olmadığı netleşiyordu. Bu edepti bana göre. Ve ne yazık ki edep olmayanda insaf da olmuyordu. İnsaf ne kelime, ‘Biraz da iyi tarafından bakamaz mısın?’ çağrısını bile kendine hakaret edilmiş gibi algılıyordu. Güya halkın sözcülüğünü de üstlenmişti. Bir tek gerçek vardı ona göre: Halk harap ve bitaptı, kafayı yemişti millet. Kendi kendine konuşarak yürüyordu caddelerde insanlar.
Bulunduğum bütün muhitlerde gözlemlediğim yahut az çok tanıdığım birçok kişide maalesef bu hastalığın derin izlerine rastladım. Kimi zaman dayanamayıp “Kardeşim, bu yanlış bir muhakeme, söylediklerinin çoğu karalama; gerçekle ilgisi yok!” diyecek olsam adamlardaki hiddetin şiddete dönüşmesini çabuklaştırmaktan başka bir yararı olmuyor itirazımın. İtiraza, farklı düşünceye ve nihayet kendilerinden farklı olana öylesine kapatmışlar ki kalplerini atomu bile parçalamaktan daha zor olan ‘önyargı’ bu olsa gerekti.
Sahi nereden çıkmıştı bunlar? Dört çarpı dört bir cipi bir türbanlı nasıl olur da kullanabilirdi, kamusal alanlarda nasıl gezebilirdi, kamu binalarına nasıl kabul edilebilirdi, güvenlikten sorumlu birimler böyle rezilliklere(!) nasıl olur da müdahale etmezlerdi? Hadleri neden bildirilmezdi? Kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi inanmayan, kendisi gibi giyinmeyen olmamalıydı bu ülkede.
Şeytanın gör, dediği yerden bakmak bu idi, ancak onun gösterdiğini görürdü onun gör dediği yerden bakan.
Tasavvuru böyle olan biriyle nasıl konuşulur, adama ne nasıl söylenir, düzeltmeye nereden başlanır gibi soruların cevapları olsa da bunları bulup büyük bir sabır ve sükunet içinde söyleyebilmek kendi doğrularından başkasını duymamaya azmetmiş kimseler için kavga nedeni olmuyor mu çoğu zaman?
Bu mülahazalarla eve yönelirken Kur’an’da inkarcıların iç dünyalarını beyan eden ayetleri düşündüm. İyi bir araştırma konusu olabilirdi. İnternete baktım. Bu alanda yapılmış çalışmalar vardı. Kur’an’da İnkar Psikolojisi adlı bir eser bile yayımlanmıştı Mehmet Yolcu tarafından
Yeni okuduğum Fussılet suresindeki inkarcıların inkar psikolojisini anlatan bazı ayetleri şimşek gibi çaktı beynimde. Kullarının her hallerini bilen Allah, bu surenin beşinci ayetinde Kur’an’dan yüz çevirip onu işitmeyenlerin durumunu onların dilinden bakın nasıl beyan ediyor: “Bir de dönüp derler ki: Kalplerimiz bizi çağırdığın şeye kapalıdır, kulaklarımızda kurşun vardır; dahası aramızda aşılmaz bir engel vardır; şu halde sen (elinden geleni) yap!”
Aynı surenin 26. ayeti daha çarpıcı bir şekilde somutlaştırır inkar psikolojisini:
“HAKKI inkarda direnen kimseler, “Bu Kur’an’ı dinlemeyin, onu karalayıp şamata yapın ki bastırabilesiniz!” dediler.”
Mustafa İslamoğlu Hoca, Hayat Kitabı Kur’an adlı mealinde “Onların çoğu yüz çevirmiştir, artık onlar işitmezler.” mealiyle biten 4. ayetle ilgili açıklamalarına ilgi çekici şu notu düşmüş: “Yani işitmedikleri için yüz çevirmediler, yüz çevirdikleri için işitmediler.” Bu durumun tamamen önyargıya dayalı bir inkar olduğunu belirtmiş.
Öyle ya görmek istemeyenden daha kör, duymak istemeyenden daha sağır kim olabilirdi? Kur’an-ı Kerim’de önyargılara dayalı inkar psikolojisini anlatan pek çok ayet vardı. Dikkatli bir bakışla bu ayetlerde elçilerin getirdiği her mesajı reddedenlerin en önemli vasıfları hayatlarında edepli davranmak gibi bir bilinçten eser yoktu. Edep olmayınca da insaf olmuyordu. İnsanda hak hukuk duygusunun, insafın kaynağı edepti.
Yunus Emre’nin meşhur deyişiyle bitirelim:
“İlim meclislerinde aradım, kıldım talep, İlim geride kaldı ille edep ille edep”
Edep Ya Hu
Bayramınız hayırlı ve mübarek olsun. Rabbim cümlemizi bayramların adına yaraşır şekilde kutlanacağı nice bayramlara eriştirsin.
Selamların en güzeliyle…
Hacı Halim Kartal