Üstad Necip Fazıl Kısakürek’i neredeyse anmadığımız gün yok. Hayatın hemen her alanına dair söyledikleri var ve bunların değeri geçen her gün daha da artıyor. Bugün hatırlamam ‘Kafiye’ isimli müthiş şiirindeki soruları nedeniyle oldu. Diyor ki:
“neden çok?
nasıl yok?
niçin var?
niçin’i
boğarken
piçini
yatakta
bastılar
şafakta
astılar
ve derken
nasıl yok?
niçin var?
bir varmış
bir yokmuş
kararmış
ve kokmuş
dünyamız”
…
Soru çok, cevap yok. Yahut bir celsede o kadar çok soruya muhatap oluyoruz ki aklımız şaşıyor, hangi birine cevap bulacağımızı bilemiyoruz.
Soruları biraz güncellersek karşımıza aşağıdakilere benzer onlarcası ile karşılaşabiliriz; fakat can sıkıntısını artırmaktan öte ne önemi var!
Operasyonun arkasında kim/ler var?
Darbelerin hangi ayakları görülmez?
Hedef ne?
Camia ne yapmak istiyor?
Neden şimdi?
Darbelere en çok kimler sevinir?
Darbelerden en çok kimler kazanır?
Vesayet ne vesayetçi kim?
Türkiye ne zaman reşit olur?
Hizmet kime?
Ne ayak?
…
Düşünen, konuşan insan; zaman olur cevabını bildiği yahut söylemek istediği şeyi daha etkili ve kalıcı hale getirmek için sorular da sorar ki edebiyatta bunun adı tecahül-i ariftir. En çarpıcı soruların şairler tarafından sorulanlar olduğunu düşünürüm; çünkü bir derdi, bir ıstırabı yüreklerinde en yoğun ve kendilerini en çaresiz hisseden şairler, böyle durumlarda muhataplarından acele cevap beklemeyen sorular yöneltirler ki bunlar sanki soru değil de zaman zaman asumana saldıkları sessiz feryatlardır.
Neden, niçin, nasıl? Birçoğu tarihi, kültürel uzak yakın çağrışımları olan can yakıcı sorulardır bunlar. Mesela “Bayrak” şiiriyle ölümsüzleşen Arif Nihat Asya’nın ‘Ağıt’ şiirindeki, şairin beynine saplanmış da çıkarılması imkanı kalmamış kurşun ıstırabı yaratan sorular gibi:
“Şu yakın suların
Kolu neden bükülmez
Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin
Benden doğar, bana dökülmez?”
Bu mısralarda şairin, sözü edilen nehirlerin sularının döküldüğü toprakların ana vatandan koparılışının derin elemini duyurduğunu anlayabiliyoruz. Bununla birlikte aynı dizelerin bendeki çağrışımları, kişilerin öz değerlerine yabancılaşmalarıdır. Bu vatanın ekmeğiyle, suyuyla, havasıyla hayat bulmuş bazı çocuklarının bunları unutarak, bizden aldıkları güçlerini başka ülkelerin, başka hesapları için harcamaları gibi…
Ne kadar elem verici olsa da bu, bizim Bilge Kağan’ın uyarılarından bildiğimiz tarihi gerçeğimiz. Şair Yavuz Bülent Bakiler’in Anadolu Gerçeği adlı şiirinin aşağıdaki mısraları Arif Nihat merhumun sorularının yıllar sonra verilmiş cevabıdır sanki:
“Kılığın kıyafetin sarmadı beni
Söylediğin türküler bizim türkümüz değil
Başka çeşmelerden doldurmuşsun tasını
Yüreğinde nakış yok, acı yok bizden
Bulutlar rahmetini kesmeden yavaş yavaş
İnsanlar selâmını esirgemeden
Savuş git içimizden... “
Bursa’nın Yunan işgaline uğradığı günlerde vatan delisi, millet divanesi Mehmet Akif merhum öyle müteessir olur ki hissiyatını “Bülbül” şiirinde bülbülle dertleşir gibi dile getirirken bülbüle şu soruları sorar:
“Neden öyleyse matemlerle eyyamın perişandır?
Niçin bir katrecik göğsünde bir umman huruşandır?
Hayır, matem senin hakkın değil, benim hakkım
Asırlar var ki aydınlık nedir hiç bilmez afakım”
Ülkemiz üzerinde acayip ve garaip oyunların oynandığı oldukça sıkıntılı bir dönemi yaşıyoruz. Siyasetin gözleri körleştirdiği yahut bu körlükle bildiğimizi zannettiğimiz doğruların körün fili tarif etmesine benzediğini veya tuttuğumuz tarafa göre yaptığımız tanımın fotoğrafın bütününü göstermediğini söylemek istiyorum. Yangın içimizde, yangını çıkaranlar evin tamamen yanması pahasına alevleri körüklemekte, ara sıra söylendiği gibi tam bir akıl tutulması yaşadığımız. Üstad Necip Fazıl’ın “Zindandan Mehmede Mektup” şiirindeki sorularda ifadesini bulan bir çaresizliği hissediyoruz zaman zaman:
“Akıl olmazların zoru içinde
Üst üste sorular soru içinde
Düşün mü, konuş mu, sus mu unut mu?”
Şairin üst üste sorularından düşünmeyi ve susmayı devre dışı bırakarak sadece birinin karşılığını fazlasıyla görebiliyoruz bugün. Konuşmak… Denebilir ki ne konuşması hemşerim, saf mısın? Dillerin tetiği bozuldu! Herkes birbirine 7/24 ateş edip duruyor.
Bir dert ki yaşadığımız; bir kalemde havada uçuşan, üzerimize adeta sağanak sağanak yağan sorulara en kestirme, en inandırıcı cevaplar da verilse ıstırabımızı dindirmeye yetmiyor. Aynen Karacoğlan’ın dediği gibi:
“Nesini söyleyim canım efendim,
Gayrı düzen tutmaz sazımız bizim
Yiğit belli değil mert belli değil
Omuzdan kırılmış kolumuz bizim”
Aslında her şey belli. Kolumuz kanadımız bir kaza sonucu kırılsa neyse, kol kırılır yen içinde kalır deyip acımızı yüreğimize gömeceğiz; lakin Rabbim başka acı göstermesin, bu kolları kanırta kanırta kıranlar içimizden ise her dakika yüreklerimize çöreklenen acıları hiçbir teselli sözü dindirmeye yetmiyor.
Allah’ım sonumuzu hayreylesin!
Selamların en güzeliyle…