banner176

BİST
ALTIN
DOLAR
STERLİN
EURO

Onunla 1980’li yıllarda aynı mahallede oturduk. Ben okula gider gelirdim, o partiye. Genç, dinamik, enerjik, verdiği sözde duran, delikanlı biriydi.

Her sabah Tepebaşı’ndaki parti merkezine giderdi. Çoğu zaman akşamüzeri görüşürdük. Kasımpaşa’daki Yeniyol Sokak’ta bulunan mobilyacı Ahmet Bey’in dükkânına uğrar, çay içer, sohbet ederdik. Akşam namazını Zincirlikuyu Camii’nde kılardık.

Bugünlerde zirvelerde uçan kartalın o zamanlar,  başbakanlığa uzanacağını tahmin etmemiştim ama yürüyüşünü beğeniyordum.

Bir hedefi vardı, yürüyordu. Nereye gittiğini biliyordu.

“Önüme hangi engel çıkartılırsa çıkartılsın, bu engelleri teker teker aşacağım. Ferhat’ın Şirin’ine kavuşması gibi ben de milletime bir gün kavuşacağım. Allah’ın izni ve milletimizin sağduyusu ile Türkiye’nin en büyük partisini kuracağım ve bir gün başbakanlık koltuğuna oturacağım. Başbakanlık koltuğuna oturmadan ölürsem gözüm arkada kalır. Allah nasip ederse nihaî hedefim Çankaya Köşküne çıkmaktır.”

Kendisine büyük bir hedef seçmişti. Adımlarını sağlam atıyordu, maraton koşucusu olduğunun farkındaydı.

Çevresiyle çok iyi diyalogları vardı. Samimî dostluklar kuruyor, dostlarını devamlı arıyordu.

Onu bir zaman sonra salonların, meydanların, mikrofonların adamı olarak görmeye başladım. Kürsülerde konuşuyordu. Güzel konuşuyordu. Fiziği düzgün, sesi pürüzsüzdü. Güzel cümleler kuruyor, daha da önemlisi insanlara güzel şeyler yapacağını ve güzel günlerin geleceğini anlatıyordu.

1988 yılında MEB’in açtığı sınavı kazandım, öğretmen olarak Almanya’ya gittim. 1991 seçimlerinde onun milletvekili seçimlerini kazandığını duydum, sevindim. Sonra rakip parti oy sayımına itiraz etti, oylar yeniden sayıldı ve kıl payı farkla parlamento yolundan döndü.

Üzüldüm.

O yoluna devam etti. Hem de hiçbir şey olmamış gibi.

Bir gün onu Nürnberg’deki İslamische Zentrum’de gördüm. Güzel ve etkileyici bir konuşma yaptı. Akşam öğretmen arkadaşlarla bizim Kültür Zentrum’a davet ettik.

Nürnberg’deki birçok öğretmen, bu renkli sohbete katıldı. Tayyip Bey mantıklı, düzgün ve ayağı yere basan bir konuşma yaptı. Sonra soru faslına geçildi.

–Muhsin Yazıcıoğlu ile ne farkınız var? Neden bir araya gelmiyorsunuz?

–Her şeyimiz aynı, partilerimiz farklı. Bir gün partimiz de aynı olabilir.

–Erbakan’ı partiden ne zaman emekli edeceksiniz? Partinin kitleleri kucaklamasına en güzel(!) engel o değil mi?

–Her şeyin bir zamanı var. Şimdilik bir problem çıkarmayı düşünmüyorum.

Yıllar öncesine ait bir sohbetten sadece bu iki soruyu ve cevabını hatırlıyorum. İkinci sorunun cevabından, bir gün Erbakan ile yollarını ayıracağı çıkarılabilirdi.

1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi. Başkanlığı kazanmasında kendinden önceki belediye başkanı Nurettin Sözen’in büyük emeği(!) vardı. Şehri mümkün olduğu kadar kötü idare etmiş, aylarca çöpler sokakta kalmış, aylarca sular akmamıştı. Yolsuzluklar ayyuka çıkmış ve uzun süre İSKİ’de Ergün Göknel’in yaptığı yolsuzluklar konuşulmuştu.

Başkanlığa gelir gelmez müthiş bir çalışma temposu sergiledi. Çöpleri temizletti. Nurettin Sözen’in ifadesiyle, “Gökteki ile arası iyi” idi. Bol bol yağmur yağdı ve sular aktı. Çevreyi güzelleştirdi, çevre yollarını ağaçlandırdı, İstanbul’u imar etmeye başladı.

6 Aralık 1997 tarihinde Siirt’e gitti ve meydanda bir konuşma yaptı. Konuşmanın sonunda Ziya Gökalp’in 1920’lerde yazdığı şiirinden bir dörtlük okudu:

Minareler süngü, kubbeler miğfer

Camiler kışla, müminler asker.

Ziya Gökalp bu mısraları, Bizans İmparatoru Romen Diyojen’e karşı Selçuklu Sultanı Alpaslan’a söyletiyordu.

Tayyip Bey’in yıldızı parlıyordu. Belediye başkanlığındaki başarılı icraatı, partisine duyulan güveni artırıyordu. Böyle giderse yerel yönetimlerde başarılı olan Refah Partisi, ülke genelinde de başarılı olur, rakiplerini ezer geçerdi.

Sonra karanlık odaklar, ona ve partisine karşı akla hayale gelmeyecek oyunlar oynadı. Oyunlarda basın, mahkemeler, hâkimler, başsavcılar acayip roller üstlendi. Kamuoyu, hukukun, Erdoğan’ın yolunu kesmek için kullanılması karşısında şaşıracak ve önüne sandık geldiğinde bu oyuna tepki gösterip reyini bu mazlum ve mert adama verecekti.

Şiir okuduğu için Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinde dava açıldı. Uzun yargılama sürecinden sonra 23 Eylül 1999 yılında, ona bir yıl ceza verildi.

İstanbullular seçtikleri başkanı, masa başı oyunlarıyla kaybettiler.

Medya güle oynaya, inanılmaz manşetler attı:

“Artık muhtar bile olamaz”

Tayyip Bey’in bir daha siyasete dönebilmesi için Anayasanın 76. ve Türk Ceza Kanununun 312. maddelerinin değişmesi lazımdı. Böyle bir şey, çok mu çok zordu.

İstanbul’un anlı şanlı ve başarılı belediye başkanı, 23 Temmuz 1999’da Pınarhisar Ceza Evine girdi ve dört ay hapis yattı. Dört ay boyunca ceza evi, ziyaretçilerle doldu taştı ve parti genel merkezi gibi çalıştı. Sevenleri, onu içeride yalnız bırakmadı.

Hapishaneden çıktıktan sonra bir yasaklı idi ama o, olağanüstü bir dönemden geçildiğini biliyor ve ülkenin darbe yönetiminden bir gün kurtulacağını düşünüyor, Çamlıca’daki ofisinde çalışmalarını sürdürüyordu. Belediye başkanı olduktan sonra Kasımpaşa’dan Çamlıca’ya taşınmıştı.

Haziran 1997’de darbeciler, 1996 seçimleriyle iktidara gelen Refah-Yol iktidarını hükümetten uzaklaştırdı. Ülke bir “ara dönem” yaşadı.

2001 yılında Refah Partisi kapatıldı ve Erbakan siyasi yasaklılar arasına girdi.

Türkiye bir yandan darbe süreci yaşıyor, bir yandan da Avrupa Birliğine girmek için uyum yasaları çıkarıyordu. İfade hürriyetini kısıtlayan 312. maddenin düzeltilmesi gündeme geldi. Madde değişince Erbakan ve Erdoğan’ın yasaksız hâle geleceği anlaşılınca Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Tansu Çiller, yasa çıkarmaktan vazgeçtiler.

O günlerde af kanunu çıktı ve bazı suçlar ertelendi.

Tayyip Bey’in durumu, yeniden tartışma konusu oldu ama mahkeme, cezasını çekmiş olduğu için aftan faydalanamayacağına karar verdi. Böylece cezasını yatmayan ile cezasını yatan, birbirinden ayrıldı. Cezasını çeken Tayyip, cezalandırılmış oldu.

Kamuoyu, bu hukuk oyunlarını hafızasına kaydedecekti.

Refah Partisinin kapatılmasından sonra “beklenen gün” geldi. Erdoğan, Erbakan’la yolları ayırdı. Abdullah Gül, Saadet Partisi başkanlığına aday oldu. Başkanlığı, Erbakan’ın desteklediği Recai Kutan az bir farkla kazandı. Bunun üzerine Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdüllâtif Şener ve yenilikçiler Ak Parti’yi kurdu.

Bu arada hukuk, siyaset sahnesine yeniden girdi. Anayasa Mahkemesi, Erdoğan’ın Ak Parti’nin kurucu üyesi olamayacağına karar verdi. Hâlbuki daha önce mahkeme, 312. maddeden mahkûm olup da içeride yatan Hasan Celâl Güzel’in Yeniden Doğuş Partisine üye olmasında bir sakınca görmemişti.

İktidar partileri yolsuzluklara bulanmış, siyaset iyice kirlenmişti. Ak Parti’ye büyük bir yöneliş vardı. İktidardakiler, rüşvet, hortumlama, hazineyi soyma, banka batırma gibi akıl almaz yolsuzluklara karışmıştı. Gazeteler her gün yolsuzlukları yazıyordu. Halk bir kurtarıcı arıyordu ve o kurtarıcı da Tayyip Bey’den başkası değildi. Konya, Antalya, Diyarbakır, Malatya, Elâzığ, Bingöl ve Batman’a yaptığım gezilerde bu intibayı edinmiştim.

Bu sırada “Avrupa Birliğine uyum yasaları” çerçevesinde Meclis, yeni düzenlemeler yaptı, hem Anayasanın 76. hem de ceza kanununun 312. maddesi değiştirildi.

Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi, Erdoğan’ın sicilini silme kararı aldı. Buna göre Erdoğan milletvekili olabilirdi ama Ankara’da başka türlü düşünenler vardı. Hedefe yürüyen adamın önünü kesmeliydiler. Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu harekete geçti, Devlet Güvenlik Mahkemesi kararını faksla Yargıtay 8. Dairesine getirtti ve mahkeme kararı yok sayıldı.

Bu arada Yüksek Seçim Kurulu, Tayyip Bey’in seçime giremeyeceğine karar verdi.

Seçim propagandaları devam ediyor, Erdoğan meydanlarda konuşuyor, yolsuzluk ve hortumculukla mücadele edeceğini, ülkeyi çıkmazdan kurtaracağını anlatıyordu. Kamuoyu yoklamaları, halkın ona inandığını gösteriyordu.

3 Kasım seçimlerine sekiz gün kala 23 Ekim’de, Sabih Kanadoğlu, Ak Parti’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesine dava açtı. Güç odakları, mert adamdan korkuyor ve seçimi kazanmasını istemiyorlardı.

Erdoğan yasaklı bir liderdi, partisi 3 Kasım 2002 günü seçimlere gitti.

Ak Parti, inanılmaz bir seçim zaferi kazandı, Meclis’e büyük bir çoğunlukla girdi. Seçim barajını geçen ikinci parti, CHP idi. İktidar partileri barajın altında kalmıştı.

Erdoğan milletvekili değildi, başbakan olamayacaktı.

Abdullah Gül başkanlığında 58. hükümet kuruldu. Erdoğan’ı yasaklı hâle getiren yasalar değiştirildi. Derken itiraz üzerine Yüksek Seçim Kurulu, Siirt seçimlerini iptal etti.

Erdoğan, Siirt’te okuduğu bir şiir yüzünden belediye başkanlığından olmuş, içeri atılmıştı; bu defa Siirt milletvekili olarak Meclis’e girdi.

Engelleri tek tek aşmış ve maratonu kazanmıştı. Sonunda zirveye kondu, başbakan oldu, sekiz seçim kazandı. Onun hikâyesi, başarıya giden yolun taş ve dikenlerle dolu olduğunu gösterir. Zirveye tırmanmak isteyen, engellerle boğuşmayı göze almalıdır. Neticede göze alan kazanır.

                                   

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.